You are currently viewing Montrö Boğazlar Sözleşmesi
  • Post category:Hukuk
  • Reading time:16 mins read

“Cumbabanın kafasına eserse tık diye Montrö’den de çekilir. Kimse de bir şey diyemez.”

Şu cümlede sorun görmeyenlerin “öyle şey olur mu?” diyenlere vatan haini, darbeci, bilmem ne demesi normal değil midir? Eskiden devletimin yanındayım vardı. Sonra devletimin ve milletimin yanındayım çıktı. Şimdi teslis tamamlandı; devletimin, milletimin ve hükumetimin yanındayım oldu.

Ein Volk, ein Reich, ein Führer. Hal-ü ahval uzun zamandır bu. Almanlar, yazık, Türkçe bilmedikleri için Almanca söylemişler.

İşin bu gündelik siyaset kısmını bir kenara bırakıp konuya geçelim: Nedir bu Montrö (Montreux)? Yani, nasıl bir şeydir ki Google’a Montreux yazınca direkt “Montreux Convention” şeklinde tamamlıyor? Nesi bu kadar önemli, nesi bu kadar önde?

BM’nin antlaşmalar sayfasından hemen açıp bakalım:

Taraflar

Bulgar kralı, Fransa Cumhurbaşkanı, Büyük Britanya Kralı, Yunan Kralı, Japonya Kralı, Türkiye Cumhurbaşkanı, Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Kurulu, Romanya Kralı, ve Yugoslav Kralı. Taraflara bakar mısınız? Maşallah, Fransa’dan ayrı sadece bizde cumhurbaşkanı var. O kral, bu kral… Sonra “Atatürk çok rerörö”.

Sensin rerörö. Şerefsiz.

Burada sorabiliriz: Mevzu boğazlar ise İngiliz’in, Japon’un, Fransız’ın ve Yugoslav’ın işi ne?

El cevap: Burada eksik olan bir de İtalya var aslında. Lozan’daki antlaşmada açık bırakılan Boğazlar konusunun (23. madde) kapanışıdır bu sözleşme. Haliyle orada karşımızda olanlar burada da karşımıza çıkıyor. İtalya gitmiş Bulgaristan gelmiş, yine yediye tamamlanmış. Eh, mevzu Boğazlar olduğu için ve (Dedeağaç’ı Yunanistan’a kaybettiklerinden) Bulgaristan’ın denize tek çıkışı bizim denizler üstünden olduğu için haktır da.

Birinci Madde

Bu sözleşmenin tarafları, Boğazlardan deniz aracılığıyla transit geçiş ve seyrüsefer özgürlüğünü tanır ve kabul ederler.

Her şeyi çok iyi bilen bazı kimseler, “bak biz bir yol yapacağız, gemiler de oradan geçecek ve bize para verecek” diyorlar. Peki, bu sözleşme ve sözleşmedeki bu birinci madde yerinde dururken nasıl olacak da gemileri paralı bir yere (zorla) yönlendireceğiz?

Cevap yok. Ve burada hikaye karışıklaşıyor.

Eğer biz gemileri illa bir başka yola yönlendireceksek Montrö’de verdiğimiz sözden vazgeçmemiz lazım. İyi de, biz bu sözden vazgeçiyorsak zaten bir kanala ihtiyacımız yok ki? “Parasız geçirmiyorum kardeşim” dedik mi iş biter. Kanal manal, ne iş?

Sanırım şu: Bir kanal açıp Boğazlardan şu anda geçemeyen gemileri geçirecekler. Bu da, birazdan göreceğimiz üzere, savaş gemileri demek. Ve fakat atladıkları bir konu var: Sözleşmede İstanbul (Karadeniz) Boğazı demiyor. Boğazlar diyor.

Çanakkale’ye de bir kanal yapmadıktan sonra biz, bu sözleşmeyi delemiyoruz ki? Ne olacak, bu İstanbul kanalı bitince bir de Çanakkale kanalı mı çıkacak? Yoksa aklımız sıra hem Amerika’yı, hem Rusya’yı kandırmış olup üstüne Arap dostlarımızı sevindirip “işimiz bitti” mi diyeceğiz?

E iyi de, bitmiş olmayacak ki?

Birinci Kısım: Ticaret Gemileri

Barış zamanlarında Türkiye, Boğazları ticaret gemilerine bila kayd-u şart açık tutacak. Boğazlara giren gemilerin hijyen koşullarını incelemek üzere gemileri durduracak, sonrasındaysa sınırlarımız dışına çıkana dek gemilere bulaşmayacak (mesela “İzmit’e çeksene az” demeyecek).

Savaş zamanı, Türkiye savaşın taraflarından biri değilse gemiler aynen serbest olacak. Türkiye tarafsa, Türkiye’yle savaşan ülkeye yardım etmemek şartıyla üçüncü ülke gemileri yine serbest olacak. Türkiye savaş tehdidi hissediyorsa gemiler yine serbest olacak ama Boğazlara gündüz girecekler ve rotalarını Türkiye belirleyecek.

29 maddeden mürekkep bu sözleşmenin ticaret gemileriyle ilgili söyleyecekleri bu kadar: 2. madde ve 7. madde arası, toplam altı madde. Komik, değil mi?

Burada “iyi de neden para almıyoruz kardeşim” diye çıkanlara soralım: Mevcut durumdan hoşnut İngiltere bir yanda, “bana gemi başına para ver” diyeceğin Sovyetler bir yanda. Bu ikisini yan yana getirip karşına alırsan eline geçenin ne olacağını söylesen ya?

Bugün cumbaba çıkmış, “günün şartlarında iyiydi” diyor. E haydi, bugün deyin ki “ben ticaret gemilerinden para alıyorum”? O ki Montrö günün şartlarında iyiydi, hadi çıkın deyin? Öyle kanal manal uğraşmayın – ki tekrar ediyorum, bu sözleşmeyi yırtıyorsanız zaten kanala filan ihtiyacınız yok. Kanalı yapıyorsanız da geçen gemilerden para filan alamazsınız. Sadece, birazdan geçeceğimiz, savaş gemileri maddesini deldiğinizi sanırsınız – ki bunun sonuçlarının ne kadar acı olacağını umarım yaşayarak görmeyiz.

(Sonradan ek: Yazdığım haliyle “Türkiye hiç para almaz” anlamına gelebilir olduğunu gördüm. Sözleşmede Türkiye’nin çeşitli şartlarda alacağı paralar yazılı. Kaptan istenirse şu kadar para, büyük gemi için şu kadar, küçük gemi için bu kadar, deniz feneri için bu kadar… Yani hepsi var. Meblağlar görece küçük. Bu yetmemiş, sonradan pek Müslüman bazı arkadaşlar “bize bu kadar da para vermesinler ya” deyip zaten küçük olan meblağı hepten azaltmış. Yolun sonu, bugün milyar Dolar(lar) almamız gerekirken 100 milyon Dolar dahi alamamamız.

Benim “para almıyoruz” derken kastım şuydu: Bizim Boğazlar, misal, bir Panama kanalı gibi değil. Sonradan yapılma da değil, “birilerinin korumasında” da değil. Boğazın bir ucunda Akdeniz var, diğer ucundaysa Sovyetler Birliği (ve bugün Rusya). Evet, Rusya’dan (ve Rusya’ya mal götürenlerden) para istenebilir ya, burada bir soru sorulmuş bizimkilerce kendi kendilerine: Daha fazla para alırsak Sovyetlerin yarın öbür gün cayması daha olası. Caymayı daha az olası mı kılalım, daha fazla cebimize mi bakalım?

Allah’ı para olanlar bu ikilemde tabi ki parayı seçer. Halkını seven, vatanını seven, milletini seven… kimseler, “para az dursun, canımızı garantiye alalım” demişler. Ne de olsa para bugün bulunmasa yarın bulunabilir ama giden can geri gelmez. Hadi gelin bunu kimi kimselere anlatın. Anlatabilirseniz.)

Hadi savaş gemilerine geçelim, ertelemeyelim.

İkinci Kısım: Savaş Gemileri

Montrö’nün civcivli kısmı, savaş gemilerinin Karadeniz’e giriş çıkışı. 8-22. maddeler, savaş gemilerinin geçişiyle ilgili. Özetle deniyor ki,

Yakıt taşıyan gemilere sınırsızca izin olsun. Vakta ki bunlar neredeyse tamamen silahsız olsun (toplam dört silaha izin var, dördü de küçük toplar kullanıyor).

Barış zamanı küçük gemiler (misal devriye botları veya torpido botları – ki ikincisinden bugün için emin değilim) şartsız şeksiz Boğazlardan geçebilsin.

Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler, en fazla iki destroyerin eskortunda olmak üzere, büyük gemileri Boğazlardan geçirebilsin.

Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler, Boğazlardan denizaltıları geçirebilsin. Bunlar suyun altında değil üstünde, gündüz vakti ve yalnız şekilde bunu yapabilsinler.

Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin savaş gemilerinin geçişi sekiz gün, diğerlerininki 15 gün önceden Türkiye’ye bildirilsin. İşte nereye gidiyorlar, kaç taneler, ağırlıkları ne gibi bilgiler de Türkiye’ye verilsin bu arada.

İşleri civcivli kılan kısma geldik: 15.000 ton, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkeler için belirlenen üst sınır. Tek gemi veya birden çok gemi, 15.000 tondan fazla olamazlar – yukarıdaki istisnalar bu hesaplamaya dahil edilmez. Yani Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkeler, Montrö nedeniyle Karadeniz’de koca koca filolar bulunduramazlar. Bitti mi? Bitmedi:

Bu geçiş süresince, gemilerdeki uçaklar kullanılamaz.

Gemiler Boğazlara girdi mi? Orada ilanihaye kalamazlar. Geçiş için iki gün gerekliyse mesela, iki günde Çanakkale’den girip Karadeniz’den çıkmaları gerekli. Dahası, Karadeniz’de 21 günden fazla kalamazlar.

Başka ülkeler savaşıyorsa Boğazlar yine açık olacak. Fakat Türkiye savaştaysa veya tehdit altında hissediyorsa, Boğazları kapama hakkı saklıdır. Fakat BM’de “sen Boğazları kapadın da ne alakası var kardeşim, ortada sorun filan yok” denirse Boğazlar açılır. Yani “canım sıkıldı, kapadım” diyemiyoruz.

Sivil uçakların uçabileceği rotayı Türkiye belirler. Yani Viyana-Bakü uçuşunu yapan uçağın rotasını Türkiye söyler (madde 23, fakat buraya aldım).

Yani?

Boğazda, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler dışındaki ülkelerin ciddi bir filosu olamıyor. Sözleşmenin 18. maddesinde bunun sınırları ve ne şekilde esneyeceği anlatılmış. Fazla teknik ve biz sıradan insanlar için önemsiz olduğu için yukarıda belirtmedim. Yani Karadeniz’de (misal) İngiliz veya Amerikan savaş gemisine (İng. battleship) yer yok. Destroyer sokabilirlerse de savaş gemisi sorunlu.

Sözleşmede Değişiklikler

Sözleşme, önce 20 yıllık yapılıyor. Sözleşmeden çekilmek isteyenler bu 20 yılın bitimine 2 yıl kala söylüyor. Çekilen yoksa sözleşme her 20 sene dolunca otomatik olarak uzuyor ve bu şekilde bugüne geliniyor.

Her beşer yılda bir sözleşme maddelerinde değişiklik yapılabiliyor. Bunun için ya herkesin bunu istemesi gerekli, ya da (Türkiye dahil toplam) sekiz ülkenin altısının, altısı da Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler olmak üzere, istemesi.

Metindeki geri kalan kısım, biz sıradan faniler için önemsiz. Oraları işin teknik kısımları.

Günün Şartlarında İyi Bir Sözleşme?

Bizim Müslüman taife, Lozan veya Montrö’ye direkt laf çakamadılar mı hemen “günün şartlarında iyi” derler. O da, en iyi ihtimalle. Mesela Erhan Afyoncu. Milli Savunma Üniversitesi denen kurumun rektörü. “Lozan tıraş” diye geziyor. “Neyini beğenmedin” diyorsun, bir şey diyemiyor. En fazla “git Musul’u al” filan diyor. “Nasıl alıyorsun, nereye alıyorsun?” diye sorduğunda “tamam alamazsın ama bana ne, al bir şeyler” diyor.

Fesli Deli Kadir’in çırakları işte.

Açık konuşalım: Rusya, kimsenin komşu olarak istemeyeceği bir ülke. Neredeyse Stalin ölene dek, savaştan sonra yedi sene (daha) ecel terleri döktük. Allah’ın Kore’sinde vatandaşlarımız öldü. Rusya böyle bir memleket. Daha yeni öldürmediler mi kaç tane çocuğumuzu? Ne yapabildik? Savaş ilan etsek sonucunda verdiğimiz zarar aldığımızdan fazla olası değil. Vakta ki daha fazla zarar verdik, elimize geçenle kaybımızın kıyasını yapmak zor mu?

Montrö ile iki şey güvene alındı:

  1. Rusya, Karadeniz’de sürekli tetikte, koskocaman ve fena yıkıcı bir filo bulundurma ihtiyacından kurtuldu. Tehlikeden azat olma karşılığında tehlike yaratmama sözü verdi.
  2. Türkiye, geçen her gemiden para almayarak (daha doğrusu az para alarak) belki para kaybetti – ki temel argüman bu. Fakat karşılığında Rusya’yla her dakika papaz olabilme ihtimalinden de kurtuldu.  Montrö olmasa Karadeniz kıyımız bu kadar rahat olmazdı. Rusya kazanınca biz de kazandık.

Dünden bugüne Karadeniz’de değişen bir şey var mı? Yok. Yine Rus donanması ağzımızın içinde. Bilmem farkında mısınız ama İstanbul denizden çevrilmeye çok müsait. İki savaş gemisi gelip biri Rumelifeneri, biri Avcılar açıklarına sadece demirlese İstanbul’da hayat durur. Bu küçük yarımada, savunması muazzam zor bir yer: Nüfus yoğun, coğrafi engel yok. Bize bugün unutturmaya çalışıyorlar ama Yeşilköy/Ayestefanos’taki Rus anıtını hatırlayalım. Anlayamayan beyinsizler için de Yeşilköy’ün haritadaki yerine bakalım:

Hadi deyin ki “Ruslar gene gaza gelirse Yeşilköy’e anıt dikmek bir yana, Ayasofya’nın minarelerini söküp tepesine haç dikemez”?

Hadi deyin? Ne olur deyin?

Hülasa

Bakın bu korkaklık, eziklik filan değil. Bu, haddini bilmek. Türkiye, haddini bilenlerce kurulup yönetildi. İzmir’e çıkıp “ordularım İstanbul’a yürür” diyen Atatürk biliyordu o ordunun Trakya’yı alamayacağını. Zevkinden bırakmadı işi orada. O muhteşem ecdat biraz insan olsaydı Karaağaç’ı tazminat olarak alıp Edirne’yi sınır üstünde bir şehir olmaktan kurtarıyor olmazdı cumhuriyet, Dedeağaç da Türk toprağı olurdu o gün.

Bu, “benim kafam matematiğe basmıyor ama tıp okusam dünyanın en iyi doktoru ben olurdum” demek gibi bir şey. Kuzeyimizde Rusya gücünün belki beşte birine inmeden, dağılmadan, yıkılmadan… onların da gönlünü eylemeden iş yapabilecek durumda değiliz. İki ton domatesi geri gönderdiklerinde sallanan ekonomiyle Rusya’yı topyekün karşımıza almanın mantığı yok. Bu demek değil ki “verin lan Kars’ı, Ardahan’ı” deseler “buyur abi, ayıpsın” diyelim. Bu demektir ki işleri öyle kotaralım ki kazancımız, kaybımızdan fazla olsun. Buna uğraşalım. Dimyat’ın pirinci için bulgursuz kalmayalım.

Şöyle pek bilinmeyen kısa bir hikaye anlatayım: 1929’da Ruslarla Çinliler, bir trenyolu için karşı karşıya geliyor. Ta dünyanın öbür ucu bizim için. Çin’in doğu yakasının en kuzeyi. Sovyetler sonunda Çinlilere geri adım attırıyor. Ama iki sene sonra Japonlar ortaya çıkınca “alın, haklarımızı size sattık” deyip çekilip gidiyorlar. Milyarlık Çin’den değil yüz milyonluk Japonya’dan çekiniyorlar.

Neden? E değmiyor çünkü. Atılan taş, ürkütülen kurbağaya değmiyor. Zaten kendi toprakları da değil. Milyonları ölüme bir anda göndermekten çekinmeyen Stalin, Japonya’yla uğraş(a)mıyor. Ve biz, milyonlarla etten duvar ören Sovyetlerden, insan canını zerrece değerli bulmayan Sovyetlerden, o gün de bugün de askeri ve ekonomik olarak bizden daha kuvvetli olan Sovyetlerden daha kudretliyiz. Öyle mi?

Bakın bu güzel bir hedeftir. Fakat sadece bir hedeftir. Gerçeklik değildir. Akif ne güzel demiş vaktinde:

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,
Ma’rifet, bir de fazîlet… İki kudret lâzım.

Ma’rifet, ilkin, ahâlîye sa’âdet verecek
Bütün esbâbı taşır; sonra fazîlet gelerek,

O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-ı i’lâsına tahsîs ile sarf etmek için.

Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek fazîletle teâlî edemez, za’fa düşer.

Olay, o marifete sahip olmak. Çıkıp “onların Doları varsa bizim Allah’ımız var” demek değil. “İslamcı” Akif bile bunu diyor ama bizim zekası ayakkabı numarasından düşük kimselerimiz “çok faziletliyiz, çok imanlıyız, Allah-u Ekber” diyerek her sorunu çözüyor.

E Allah neredeydi Ruslar Çeçenleri patır patır keserken? Neredeydi o Allah, Bosna’da Müslümanları Sırplar patır patır keserken? Allah kazanınca Allah da kaybedince Allah değil mi?

Hülasa Montrö, Lozan gibidir: Buna laf edeni gördünüz mü kaçın. Kaçamıyorsanız karşısında durun. Hayaller bu ülkeyi yeterince mahvetti, dahasına gerek yok.