“Yirmi birinci yüzyılın en önemli gelişmelerinden birisi bütün dünyada demokrasinin zayıflaması ve demokrasiyi savunacak, koruyacak güçlü liderler ve yöneticiler çıkaramaması ya da bu tür insanların siyaset dışı kalmasıdır. Dünyanın her yanında demokrasinin kötüye kullanıldığı görülüyor.”
Yukarıdaki satırlar, Mahfi Eğilmez’in hangisi olduğunu bilmediğim bir kitabından, buradaki resimden alınma. Yazının başlığı demokrasinin yozlaşması ve lider sorunu. Sair defa işlediğim ve çeşitli nedenlerle yazdıklarımı sildiğim bir konuyu, belki Eğilmez’in de okuyacağını umarak, biraz daha ciddiyetli bir şekilde fakat kısaca tekrar işlemek istedim. Önce, sitede de bulunan bir yazıyı kısaca özetleyerek başlayayım ve yine Eğilmez’e yönelik bir notu düşeyim: Yazının kalanında Eğilmez’in ne anlattığını bilmiyorum fakat genelinde kendisini tanıdığım kadarıyla “geleneksel” akademiye aykırı çıkmadığını zannediyor ve bunun üzerine bu reddiyeyi inşa ediyorum.
Demokrasinin Dört Dönemi
YÖNETİCİLER | TARİH ARALIĞI | |
---|---|---|
"Antika" Doğrudan Demokrasi | Aristokratlar | MÖ ? - 1850 |
Primitif Temsili Demokrasi | Aristokratlar | 1850-1920 |
20. Yüzyıl "Elitler" Demokrasisi | Aristokratlar ve Zenginler | 1920-1990 |
21. Yüzyıl "Popülist" Demokrasisi | Avam | 1990 - Devam Ediyor |
Tabloyu biraz açıp notlarımı düşeyim. Birinci sütunda demokrasinin dört türünü görüyoruz. İkinci sütunda yöneticilerin sosyal (veya sosyoekonomik) sınıfı bulunuyor. Üçüncü sütundaysa yaklaşık tarih aralığını sunuyorum.
- Aristokratlar, kelimenin tam anlamıyla aristokratlar. X dükü, Y kontu gibi.
- Zenginler, orta veya orta üst sınıfın yanına yaklaşmakta zorlandığı zenginler. Trump gibiler, bugünkü tabirle dolar milyarderleri.
- Tarih aralıklarını Britanya’ya göre belirlemiş olsam da Kıta Avrupa’sında, devamında da dünyada belki 10 belki 20 senelik farklarla benzeri gelişmeler yaşanıyor.
Tabloda iki şey ilgimizi çekmeli. Birincisi, yönetici sınıf kısa 20. asra dek (neredeyse) sadece aristokratlardan oluşmuş, 20. asırdaysa (eski) aristokratların yanına (neredeyse) sadece zenginler eklenmiş. Fakirlerin oy verenden yönetene yükselişi, üç aşağı beş yukarı Berlin Duvarının yıkılışının sonrasına denk geliyor – ki bu dönemde de, az da olsa, aristokratları siyasette ve yönetici konumunda görüyoruz.
İkincisi, demokrasinin türündeki değişim ardından yöneticilerdeki değişimi getiriyor. 1832’deki First Reform Act ile “zengin” erkekler oy verme hakkını elde ediyor, 1867’deki Second Reform Act ile bu genişliyor derken Fifth Reform Act ile (1918) 21 yaş üstü herkes oy verme hakkını ediniyor. Tabi oy verebilmek demek seçilebilmek demek değil. Hem maddi hem sosyal güçleri ile aristokratlar yöneticiliğe devam ettiler. Zamanla siyasete girmenin o kadar korkulacak bir şey olmamasıyla çekişme arttı, sıradan insanlar siyasete girdi, yükseldi, sonunda başbakan oldu, cumhurbaşkanı oldu…
Konudan bağımsız bir not olarak Huntington ve benzerlerinin waves of democratization (demokratikleşme dalgası) tezleriyle andığım dönemlerin çelişik olmadığını belirtmek isterim. Benzer şekilde dönemleme/tarihleme her zaman istisnalara sahiptir, istisnalar yerine genele bakmanızı tavsiye ederim.
Demos ve Populus
Ta 2017’de yazdığım bir yazıda özetle ve mealen şunu soruyordum: Popülizmi demokrasiden kötü kılan şey nedir? Etimolojilerine baktığımızda demokrasi popülizmden daha kötü bir kavram olmalı. Demos, Antik Yunan’da oy verme hakkı olan vatandaşları tanımlarken Antik Roma’da populus köle olmayan herkesi tanımlamakta. Ünlü SPQR’ın açılımı Senatus Populusque Romanus: Roma Senatosu ve Halkı (populus).
Demokrasi tarihinden bihaber kimselere uzunca hikaye anlatmadan özet geçiyorum, dileyenler bir iki kitap okuyup kolayca doğrulayabilir – önerimi de yapayım: Charles Tilly’nin 2007 basımı Democracy kitabı: 20. asra dek vatandaş sayılanlar pek azdı. Bunların ekseriyeti oy verme hakkına sahiptiyse bile tümü siyasete katılma hakkına sahip değildi. Yani demos, yapısı ve tanımı gereği dar bir sınıftan mürekkeptir: (Atina için orada doğmuş olan) zengin erkekler. Bu tanımın ne kadar çok kişiyi siyasetten dışladığını sanırım hepimiz görebiliriz.
Demokrasinin dönemlerinde demosun genişletilmesini izleriz. Britanya’ya dönelim. Önce hakikaten zengin erkekler, sonra az daha fakir ama erkekler, sonra zengin kadınlar, sonra biraz daha fakir kadınlar, en sonunda herkes… Leslie Lipson’ın ünlü “politik sistemler ikiye ayrılır: İnsanları ikiye ayıranlar ve ayırmayanlar” mottosu, bir yana demokrasiyi koyarken diğer yana diğerlerini koyar ve diğerlerinde (hafızamda yanlış kalmadıysa sekiz ya da) on sınıf vardır. Ruhbanlar, yaşlılar, erkekler, zenginler… Erkek ve zenginler. Demokrasi, zengin erkeklerin oyunudur.
Popülizm, bir yerde demokrasinin demostan çıkıp populusa evriminin sonucudur. Literatürde popülizmin bugünkü anlamını bulması 20. asrın ikinci yarısını beklemiştir, öncesindeki kullanımsa yer yer sosyalizmin varyetesi gibidir, yer yerse “şu ahmağa bakın, milletin gönlüğü eğleyecekmiş” der gibi pejoratif, küçültücü bir şekildedir. Bugünkü anlamını bulması dedim, bundan tek bir popülizm tanımı olduğu anlaşılmasın. “Demokrasinin mahvı” veya “demokratik araçlarla demokrasiye zarar verme” şekilde özetlenen kullanımdan söz etmekteyim.
Burada ilk sorumuzu soruyoruz: Eğilmez, bir nevi demosu arayanlardan değil midir? Bence, doğrudan kendisinin söylemesini beklemesem de, öyledir ve bu kötü bir şey de değildir. 20 senedir demokrasi üzerine çalışıyorum, benim vardığım sonuç da budur: Siyaset, sıradan halkın tercihlerine bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Jason Brennan’ın 2016’da basılan Against Democracy kitabı biraz daha akademik dille nedenlerimin bir kısmını sunabilir, Rick Shenkman’ın yine 2016’da basılan Political Animals kitabı ise sıradan okura “neden demokrasi beynimizin kapasitesinin dışında şeyler bekler” sorusunun cevabını verebilir ve siz de “ben şimdi faşist mi oldum” diye kavram karmaşası yaşayıp kendinizi sorgularken feraha erebilirsiniz.
Liderlik Sorunu
İkinci sorumuzu soralım: O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler mi gerçekten?
Zengin erkeklerin yönetiminde karşımıza iki ana grup çıkıyor: Askerler ve mesleksizler. Mesleksizler, İngilizcedeki profession kelimesinin üzerinden sunduğum bir tabir. Profession, (bir eğitim sonrası) para kazanmak için yapılan iş, meslek. Mesleksizler, herhangi bir alanda uzmanlaşmış olsalar bile hayatlarını idame ettirebilmek için bu uzmanlığa ihtiyaç duymamaktalar. Celal Şengör, bu mesleksizlerin en güzel örneklerinden birisi. Tamamen zevkine çalışıp hala baba-dede parası yemekte. Bu kötü bir şey olmak zorunda değil, keşke ben de mesleksiz olabilseydim. Çok mutlu olurdum.
Mesleksizler zengin çocuklarıyla aristokratları ve çocuklarını tanımlarken askerler içinde aristokratlarla sıradan insanları buluyoruz. Yani neredeyse 2000’e dek, bir şekilde yönetici olanların hemen tümü, tarih boyunca yöneticilik yapmışlarla aynı değilse benzer kimliklere sahip ve bunların ortak noktası, “sivil” hayatlarında da yöneticilikle doğrudan veya dolaylı olarak uğraşmaları. Weber Politik als Beruf (İng. Politics as a Vocation, Tür. Meslek Olarak Politika) kitabında üç tür liderden bahsederken liderin kimliğinden değil liderin meşrulaştırılmasından bahseder. Kendisinden bir adım geri attığımızdaysa kaçarı olmaksızın Makyavel’de buluruz kendimizi. Nihayetinde otorite için korku gerekir ve karizmatik lider meşruiyetini kendinden alır görünse de yine arkasında korkutucu bir başka güç vardır. Hobbs boşuna Leviathan dememiştir: Nasıl ki toplum tek tek bireylerin toplamından fazlasıdır, devlet de tüm devlet erkanının toplamından fazlasıdır. O yapı bulunduğu sürece yapının bir şekilde parçası olmuş kimseler, hele ki yapının aygıtlarının en azından bir kısmı arkalarındaysa, çok daha kolay kabul görür ve önderlik ederler. Tarih, kendilerine bu ulvi görevi yazmış gibidir. Bir kişi boşuna aristokrat veya asker olmaz, olduğu zaman da devletin bir parçası, hatta kendisidir.
Eğilmez, liderlik sorunundan bahsederken haksız değil fakat sunduğu şeyle sunması gereken şey arasında uçurum var. Dahası ve ülkemize özgü olanı, bizde bir aristokrasi hala yok – yani Türkiye’de demokrasiye birisi liderlik edecekse bunu geri kalan tek sınıf, yani asker edebilir. Aramızda bunu söyleyip darbecilikle yaftalanmaktan kormayan kaç kişi var? Daha fenası, bizde bir Park Chung-hee var mı? Türkiye’nin nasibine düşen netekim paşadan başkası değil. Belki harbiyeden albay olarak mezun olup mezara da albay olarak gitmiş Talat Aydemir olabilirdi, fikirleri bunu gösteriyor, fakat emin olma şansımız yok.
Esas Sorun
Esas sorunu aslında andım, kısaca tekrarla bitireyim.
Her doğan şey bir gün ölür. Devletler de ölür, rejimler de ölür, ideolojiler de ölür. Demokrasi de doğmuştur, demokrasi de ölmek zorundadır. Nasıl Selçuklunun ardından Osmanlı, Osmanlının ardından Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyetinin ardından Yeni Türkiye geldi, nasıl Yeni Türkiye’nin ardından başka bir şey gelecek, demokrasi ölünce yerine başka bir şey doğacak, sonra onu öldüren demokrasi olabilir. Yani demokrasinin ölümü mutlaka bir son olmak zorunda değil. Demokrasi altı üstü bir yönetici seçme yöntemidir, Atatürk müdür ki milyon yıllık insanlık tarihinde bir defa gelsin?
Esas sorun, demokrasinin sonunun, tıpkı liberalizm gibi, kendisinden gelmesinde. Demokrasi kendini koruyacak aygıtlara sahip değil. Türkiye’de “eşcinselleri öldürelim mi” referandumu yapılsa belki ucu ucuna evet çıkabilir, yumuşatılıp “hapsedelim mi” diye sorulsa evet çıkacağı kesin gibidir ve bunlar tamamen demokratik bir referandumun sonucunda gerçekleşecektir. Kendini korumaktan aciz olması nedeniyle demokrasi korunmak zorundadır, burada da karşımıza bir ikilem çıkar: Liberalizmi ne yapacağız? Liberalsek demokrasi yok olacak, liberal değilsek demokrasiyi yok ettiğimizi söylememiz gerekli.
Yani sorunu iki yerde aramamız gerekli, birisi çözülebilir birisi çözülemez:
- Herkes oy verebilir ve seçilebilirse sonunda seviye sürekli düşer ve Atatürk’ten başladığımız senaryoda kim bilir daha nerelere ulaşırız? Siyaset de, Eğilmez hocanın düşündüğünün aksine, ciddi bir iştir ve “avama bırakılmayacak kadar” tekniktir. Merkez Bankasının ne kadar para basacağına iktisatçıların karar vermesi nasıl gerekliyse, örneğin seçim bölgelerinin dizaynına da işinin uzmanları karar vermelidir. Bu, çözülemeyen sorundur.
- Çözülebilen sorunsa kolaydır: Demokrasi belli şartlar altında doğup yaşadı, 20. asırda komaya girdi, 21. asırda öldü. 20. asra dek gelen bazı özellikleri var ki kendileri üzerine kitap yazmam gerekli ve hala yazmıyorum, onlar döndüğü takdirde demokrasi de sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam eder – tabi öldükten sonra. Şu andaki hastayı kurtarma şansımız, bu yapısal yıkımla beraber, bulunmamakta. Yani en kaliteli, en üstün, en demokratik… kişileri de getirsek, bu yapıda yapabilecekleri bir şey bulunmamakta. Demokrasinin kalbi olan Britanya’da, 2017 yılında “insan hakları ayakbağı oluyor” dendi seçimden hemen önceki gün. Cümleyi okuduğunuzda Yunanistan-İran arasındaki bir ülkenin lideri gelmedi mi aklınıza? İşte sorun böyle büyük ama bir o kadar da küçük bir sorun aslında.