21 yaşındasınız. Yurttasınız, o canım Çarşamba günü dersiniz yok. Bilgisayar başında canınız sıkılmış, arkadaşlarınız da sizden farklı değil. Aylardan Mart, hava henüz dışarıda oturacak kadar güzel değil. Müzik yapıyorsunuz, “o kamışı g.tüne sokarım, yeter lan kafamızı s.ktiğin” şeklinde kıskançlığı da belli eden teşvik edici yorumlar alıyorsunuz. Ne yaparsınız?
Evet, makinada okuyan arkadaşınızın dersine, hem de yurttan birkaç arkadaşınızı da alıp gitmeye karar verirsiniz. En azından biz böyle yaptık. Saat üçtü, üç kırk dersine gitmeye hazırlanan arkadaşın peşine takılmaya karar verdik. Hadi çevre, endüttürü, inşaat gibi bölümler okuyan arkadaşların bu yaptığını anladığımızı varsayalım. Ben ki iktisat okuyorum, benim orada işim ne?
“Teknik üniversitede okuyoruz, teknik dersine girmeden de buradan gittim demem.”
Kafası ancak bu kadar çalışan, bundan öte argüman da bulamayan birinin ODTÜ kampüsüne alınması bile bu ülke için yüz karasıdır herhalde.
Zengin kalkışı yapar gibi bir anda beş herif kalktık, üstümüzü başımızı değiştirdik. On dakika sonra makinacı arkadaş önde biz arkada yurdu terk ettik; 3. yurdun çaprazındaki göbekten sola, barakaya döndük, ormanı geçip inşaatın önüne geldik. Geçen üç senede barakayı ilk defa görmeme mi, okulun halı sahalarının sadece tevatür değil gerçek olduğunu o anda fark etmeme mi, bölümler yolunun diğer ucuna Devrim’den başka bir çıkış olduğunu öğrenmeme mi… şaşırmam gerektiğini bilmeden “you’re full of surprises misis yuniverşitat” deyip arkadaşı takip ettim. Sağa dön, sola dön derken bir binaya girdik ve helalinden 200 kişilik bir amfide yerimizi aldık.
Şöyle bir ortam düşünün: 120-140 derece civarı açılı bir yer, herhalde bir 10-12 sıra vardı tahtadan en sona dek. Doğru hatırlıyorsam iki tane kafam kadar tahta var. Biz misafir olduğumuzdan en arkaya oturduk. Oturduk ama tahtayı görmüyoruz. Yani ciddi ciddi görmüyoruz. Tahtada bir şeyler yazılı ama yok, ı-ıh. Tamam, benim gözler zaten bozuk. Astigmatla kardeş kardeş yaşayan miyop var iki gözümde. Ama solumdaki inşaattan arkadaşa “bu ne lan” dedim, “boşuna mı herkes iki saat önceden gelip yer kapıyor” dedi. Böyle bir ortam.
Amfide gri, kahverengi ve siyah renkler hakim. Beyaz tek şey, karşımızdaki kafam kadar iki tahta. Hani derler ya yurtlardan göt dondurana inen merdivenler ODTÜ’nün mühendislerinin kalitesini gösterir diye, mimarlarının kalitesini de bu amfi gösteriyor. Yok, gerçekten sözelci olduğum için sayısalcılara gıcıklık yapmıyorum. En azından o zamanlar okumuşlar bilir, insanı depresyona sokmaya birebirdi bu amfi.
Fakat daha ilginç bir şey oldu. Derler ki ODTÜ’nün kuzey ucunda bir erkeğe iki kız, güney ucunda da bir erkeğe dört erkek düşer. Ortam harbiden böyle. Sağımıza bakıyoruz sap, solumuza bakıyoruz sap. Önüm arkam sağım solum sobe harbiden. “En azından felsefeye filan gitseydik, bu ne .mına koyim” diyor bir arkadaş. “Gelin dedim gelmediniz, görün ebenizin .mını” diyorum ben. “Geldik de ne oldu y.rrak, kantinde çay içip Marx’ın ne kadar haklı olduğunu dinledik” diyor başka biri. O da haklı, üste çıkacak lafım yok. “Kıştı ya ondan, baharda gelecektiniz” diyorum. “Baharını da biliriz. En iyisi işletme” diyor felsefe dersine gitmediği için üzülen bir arkadaş.
Hangi bölüm dersine gitmemizin en doğrusu olacağı hakkında küçük çaplı bir sempozyuma başlıyoruz derken hoca geliyor. Herif alışmış beş yüz kişilik sınıfta bin beş yüz kişi olmasına. Hiç “siz kimsiniz, nerden çıktınız” bile demiyor. Hatta sınıfa doğru düzgün bakmıyor bile. Kolpadan bir iki hoşbeşle geldiğini hatırlatıp sınıfı derse hazırlıyor, sonra ders başlıyor. Ders, üçüncü sınıf makina dersi. Hani vardır ya her bölümde böylesi, verdiğin zaman “okul bitti sayılır artık” denilecek dersler – bizde ekonometri inşaatta beton, işte bunun makinacası neyse o derse gelmişiz. Yanisi, zaten üçüncü sınıf dersi, bir bok anlama ihtimalimiz yok. Aylardan Mart, dönem başlayalı bayağı olmuş. Konu ilerlemiş, anlama ihtimalimiz iyice azalmış. Üstüne makinacıların da anlamadığı ders.
“Ne bok yiyoruz biz burda .mına koyim” diyor bir arkadaş. “Sus lan bir şey dinliyoruz şurada” diye tribe giriyorum ama tıraş. Ben daha lineerden bir bok anlamıyorum, burada ne anlayacağım?
Beş sap bir araya gelince neler olduğunu hepimiz biliriz: Mevzu illa ki kadınlara döner. Döndü de zaten – fakat ufak bir sorun vardı: Herkes erkek. Bak abartmıyorum, şakam da yok: Herkes erkek. Uzun saçlısı da erkek, kısa saçlısı da erkek. Herkes erkek. Derken çevreci arkadaş “lan şu kız bak” diyor. Bakıyoruz: En ön sırada, bizden takribi 20 metre ötede diğerlerine benzemeyen biri var. Tam da seçemiyoruz ama. Nasıl seçelim? Ortam karanlık, ışık yok. Kişi, bizden bayağı uzakta. Herkesin üstünde kaban, palto, ceket… Kimseyi ayırt etme şansımız yok. “Gördüm lan gördüm, erkek memesi böyle olmaz. Kesin kız bu” diyor arkadaş. Gözleri şahin gözü, inanıyoruz.
Ve iki saatlik blok dersin bir buçuk saatini kah uyuklayarak, kah “ne anlatıyor lan bu” diyerek, en çok da kızı izleyerek geçiriyoruz.
Ders bitiyor. Beş sap biz, altıncı sap makinacı arkadaş, “buraya kadar gelmişken yemekhanede yiyelim bari” diyor yola düşüyoruz. Düşüyoruz ama bir de ne görelim? Kız önümüzde. Altı ayı resmen kızı takip ediyoruz.
Makinadan inşaata doğru gidiyoruz, ortalık aydınlanmaya başlıyor ufaktan. “Bak, saçı uzun. Demiştim ben size” diyor bir arkadaş.
İnşaattan elektrik-elektroniğe geliyoruz, ışık artıyor. “Gözlüklüymüş ya lan? Ben almayayım” diyor başka bir arkadaş.
Bilgisayara ulaşıyoruz. Gün iyice ağarıyor. “Sakalı mı var lan bunun?” diye soruyor daha başka bir arkadaş.
MM’in çaprazında artık mühendislik ortamından kurtulmuşuz, güneş tekrar parıldıyor. “Sizin gözünüzü s.keyim, erkek lan bu” diyorum ben.
Yemekhane sırasında arkasına diziliyoruz, bir ara arkaya dönüyor: Harbiden sakalları var. Beş sap, bir buçuk saat boyunca bir erkeği kız diye izlemişiz. Bütün yemek boyu “kız lan bu” diyen arkadaşın kör mü yoksa ibne mi olduğunu tartışıyoruz, sonunda kör olduğuna karar veriyoruz. Neden sonra benim ibne olduğuma karar verildiğiniyse bunca sene sonra hala merak ediyorum.