Okulda ikinci senemdi. İlk senenin yılbaşı için ailemin yanına dönmüştüm, ikinci senemdeyse Ankara’da kalmıştım. Sebebim neydi inanın hatırlamıyorum, önemi de yok zaten.
Yatılı okuyanlar bilirler, birkaç günlük tatillerde ve önemli zamanlarda yurtlar boşalır. Bizde de öyle oldu. Yurtta in cin çift kale. Ben varım, musluk var, usta var, bir de geçen bir buçuk senede iyi kötü arkadaşlığımızı ilerlettiğimiz dört arkadaş var. Arkadaş dediğim; birisi bayağı büyüğümüz, ikisi benle aynı dönem, biri de çömümüz (çömezimiz). 31 Aralık’ın o boktan ortamında bir elimizde çekirdek, diğerinde sallama çay, mal mal oturuyoruz. Tabi o zamanlar bilgisayarlar yaygınlaşmaya başlamış, hepimizin de ihtiyacı ama hepimizde bilgisayar alacak para yok. Beş sene öncesinin normal, insani, konuşmalı etmeli ortamıyla beş sene sonrasının anormal, dijital, yazışmalı etmeli ortamının tam arasındayız.
Bu abimiz, adına Musa diyelim, “kahın la gidiyoh” dedi. “Nereye” dedik, “yılbaşı la bugün, burada mı oturacaz? Hadi kah kah, gidiyoh” dedi. Adımıza whY nesli demişler, her şeyi sorguluyor bunlar diye mimlemişler ama hiç öyle huylarımız yok. Birbirimize baktık, “gidek mi la”, “nereye gidecez ki”, “ikişer bira alıp Devrim’e mi gitsek” diye sorarken Musa Abi “hadi hadi, Kızılay’a gidiyoh” dedi. Sanırım dördümüz birden “adam son on beş yıldır okulda, ortam mortam biliyordur. Takılalım peşine” diye düşünmüş olacağız ki aldığımız emri, sanki çok sorgulamışız gibi, daha fazla sorgulamadan giyinip çıktık.
Saat akşamın on buçuk – on biri filan. Dolmuş yok, otobüs yok. Yani var da, kendilerine bile hayırları yok. Zenginlikten kırıldığımız için taksilere gittik, beş kişiyi alacak birini bulduk. Bulduk ama nasıl bulduk? Musa Abi, kulakları çınlasın, genişçe bir abimiz. Öndeki koltuk onun, oraya iki kişinin sığışması imkansız. Ben desen, kendimi küçülttüğüm zaman bir insandan fazla yer kaplıyorum. Eh, güvenlik mühim, sürücü koltuğuna da birini atamıyoruz. Öne abimiz oturdu. Arkada dört kişiyiz ama dışarıdan bakan biri bir kişinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını kestiremez. Voltran’ı oluşturduk, tek kişi olduk. Harbiden usta çıkmadan musluk dönmüyordu, o haldeydik.
O yirmi dakika bir şekilde geçti. Güvenpark’a indik, Atatürk’e selam verdik, ne yapsak diye düşünmeye başladık. Abimiz tövbeli, alkole dokunmuyor. Yanında alkol alınmasıyla sorunu yok ama barları da sevmiyor. Haliyle Selanik, Sakarya filan gidilebilecek yerlerden silindi. Bunları ayrı tutunca sağımız restoran, solumuz işkembeci. E bara gitmiyorsak ne bok yemeye bu soğukta dışarı çıktık ki biz?
G.tümüz donduğu için bir yandan sigara üstüne sigara yakıyoruz, bir yandan da hareket ediyoruz ki vücut adenozin trifosfat yakarken çıkan enerjiyle az ısınalım. Kolej durağının oralardaydık, saat on bir buçuk filandı ki “buldum la” dedi abimiz. “Yürüyün, takılın peşime”. Peygamberini takip eden havarileri misal o önde, biz arkada, Tuna Caddesinin Kurtuluş Parkı tarafından girip Kızılay’a doğru geri yürümeye başladık. Nedir, nereye gidiyoruz demeye kalmadan SSK’ya girdik.
Yok böyle bir yer. Sorsan memleketin başkenti, binlerce yıllık tarihin üstü filan ama İstiklal Caddesinin İstiklal Caddesi olduğu zamanda gecenin saat üçünde, hem de 12-13 yaşında çocuk halimle korkmadan yürüyebilen ben, karşımdaki manzaradan şuurumu yitirir gibi oldum. Kapısında başlayan curcunayı görünce “bu ne abi, pavyona mı getirdin bizi .mına koyim” demiştim, halt etmişim. Kapısı pavyonsa içerisi, halka açık genelevinin ta kendisiydi.
Şöyle bir ortam düşünün: Yan yana mekanlar. Hepsinin ya kendi şarkıcısı var, ya koymuşlar kaseti, çalıyorlar. Hiçbir yerde tek bir müziği duyma ihtimaliniz yok çünkü ses yalıtımının filan olmamasını geçtim, mekanların camı penceresi filan yok. Binanın dışında dört duvar var, içeri duvar yapmayı unutmuşlar. Bir yerde rak çalıyor, birinde caz çalıyor, birinde Ankara havası varken yanında Sivas havası var… “I walk a lonely road, yakalarsam tık tık” diye şarkılar söyleniyor. Kültürlerarası diyalogun o kadar da güzle bir şey olmadığını anlamam o geceye rastlar.
Tabi sadece şarkıların uyumsuzluğu ve “o kadar milyon para saydım, tabi ki sesi sonuna kadar açacağım” diye birbiriyle sidik yarıştıranların yarattığı gürültü değil. Metrekareye düşen belki yirmi kişi var. İki dakikada bir lan şu nerede, lan bu nerede diye sağımıza solumuza bakıyoruz.
Yeter mi? Elbette yetmiyor. O zamanlar sigara daha yasak değil. Bugünkü gibi değil, parasızlar da alkol alabiliyordu o zamanlar. Biz öğrenci halimizle alabiliyorduk – ki makarna sabit olduğundan “akşam salça var” filan diyorduk, bu halimizle alabiliyorduk. Su gibi akan alkolün üstüne ortamdaki belki bin kişinin o anda tüttürdüğü belki bin beş yüz sigaranın dumanı, hanın kapasız çatısı sayesinde içerideydi. Ben ki on metrekare odada dört kişinin aynı anda üst üste sigara içmesine geçen bir senede alışmıştım, SSK’da boğulur gibiydim.
Abimizse, enteresan bir şekilde, keyifliydi. Saat on ikiye on iki kala bir mekanın önünde durmaya karar verdi. İçeri girmiyoruz çünkü paramız az. Zaten şarkı söyleyenin şarkısı duyulmuyor, kimsenin şarkısı duyulmuyor. Koca bir kakafoni ve insan denizi içinde dalgalanıp duruyoruz. Saat on iki olacak, salak salak mutlu yıllar dileyeceğiz birbirimize, sonra beş kişiyi alacak bir taksici bulup okula döneceğiz. Planımız bu. Tabi kaderin planı bu değil.
İki üç dakika geçiyor. Bir ara karşımızda şarkı söyleyen ağır makyajlı ablanın sesini duyuyoruz. Ajdar Anık’ın yanında Pavarotti kaldığı bu ablanın sesiyle ilgili ilk yorum bizim çömezden geliyor.
– Abi böyle ses mi olur ya?
– Beğenemedin mi y.rraam, yerel sanatçı bu yerel. Sesine değil icrasına bakacaksın.
İcrasına bakıyoruz.
– Lan senin çaldığın ney bile bu kadının okuyuşundan iyi.
– Ne alakası var .mına koyim, konu nasıl bana geldi lan bir anda?
– Sen hep konusun bebeyim. Kamışı yağlayıp ağzına sokuyorsun, ses çıkıyor.
– Ay çok komik, gül gül öldüm.
Tabi benim gülüp gülüp ölmemem önemsiz, kalan dördü gülüp gülüp ölüyor. Saat on ikiye on var.
– Olum kadın çok çirkin lan.
– Sen yüz otuz santimlik boyunla nasıl gördün la kadını?
– Malum oldu .mına koyim. Alla Halla, ne nası gördün? Herkes sen gibi iki metre mi olacak?
– O değil de, harbiden çirkin lan.
Saat on ikiye sekiz var.
– Musa Abi, burada mı yılbaşılıyoruz?
– Hadi eller havaya, hadi. Şarkımız türkümüz var, sigaramız var, ortamdayız. Hadi, eller havaya hadi.
Koskoca adam harbiden dans ediyor.
– Abi doğruyu söyle. Gelip geçene sürttürmek için mi böyle hareketler yapıyorsun?
– He .mına koyim he, çok meraklıydım erkeklerin orasına burasına sürtünmeye. Sağına soluna bak, kaç tane kadın gördün?
Sağıma soluma bakıyorum. Bizim yurdu alıp getirmişler harbiden. Numunelik birkaç kadın var, kalanı sap. Gey bar olsa bu kadar olur.
Saat on ikiye yedi var.
– Abi travesti bu ya, başka kimse kalmadı mı dinleyecek?
Arkadaş bunu dedi, yandan ben diyeyim iki, sen de iki buçuk metrelik birinin baldırım kalınlığında kolunu önümde hissettim.
– Ne dedin koçum?
Haah .mına koyim. Bir sen eksiktin tam olduk.
– Ne dedim abi?
Vay yavşak. Ulan bu puşt Musa Abiye bile abi demiyorken birden abi ayağına yattı ya?
– Tıravesti mıravesti filan, ne dedin koçum?
– Yok abi, ben o…
– Ulan sikik, senin tıravesti diyen dilini kesip götüne sokarım.
– Sokarsın abi, ben…
– .mına kodumun seni. Yaşın kaç lan senin?
– O-o on sekiz abi.
– Senin yaşın kadar s.kim var benim. Sokayım mı lan götüne?
Saat on ikiye altı var.
– Abi yok ben…
– Sen benzemiyon buralıya. Nerelisin lan sen?
– A-Aydın abi.
– Senin aydınlığını s.kerim ben. Piç. Mahmut! Gel lan buraya.
Obaa, bir de Mahmut çıktı.
– Okul mu okuyon lan sen?
– Evet abi.
– Hangi okul?
– O-Odtü abi.
– Tü senin kalıbını s.kiyim ben. Anan baban öğretmedi, anan baban mal. Mağarada doğmuş büyümüşler, onlar öküz. Okulda da mı saygı duymayı öğrenmedin yavşak?
– Abi…
– Abini sikerim senin. Sen kimsin de benim sevgilime laf ediyorsun lan?
Oooh, boku yedik. Travesti şarkıcı, herifin sevgilisi çıktı.
– Abi estağfurullah…
– Bir daha abi dersen atarım lan seni aşşa.
– Atarsınız beyefendi.
Oha, beyefendi. Oha.
– Olum bak, sana fena ayar oldum. (O sırada yanımıza gelmiş olan Mahmut’a dönüp) Mahmut, bak ottülü arkadaşlar varmış. Arkadaşsınız, dimi lan?
– Arkadaşız, arkadaşlarım onlar benim.
Püüü senin arkadaşız diyen ağzını yüzünü s.keyim şerefsiz piç. Y.rra yedik, kaçarımız yok. Cümleten geçmiş olsun.
Saat on ikiye beş var.
– Mahmut, sen ne zaman çıkmıştın?
– Geçen hafta reis.
Reis. Suyundan da koyduk.
– Şartlı mı salmışlardı seni yavrum?
– Buyurduğun gibi reis.
Az önce bana açık oturum diyen arkadaşın yüzüne baktım, gözü g.tüne kaçmıştı.
– Emanetin var mı yanında yavrum?
– Evelallah reis.
Ulan 1000 kişinin içinde kim vurduya gideceğiz. Ne oluyor lan?!
– Sen bunları böylece deşer misin Mahmut?
– Sen emret reis.
Ananı bacını…
– La Aydınlı, bak hele! Senin götünde delik var mı?
-V-v-v-var reis.
– İkinci bir göt deliği lazım mı sana?
– S-s-s…
– Sus, senin ağzını yüzünü s.kerim. Ulan gavatlar, ulan anası karhanede s.kişmişler, insana saygı duymayı biz mi öğreticez lan size, tipini s.ktiklerim?!
Dünyada bir tane liberal reis var, o da bize denk geldi. Bahtımızı kaderimizi s.keyim.
On ikiye dört var.
– Reis, yenge sana el ediyor sanırım, bir baksan ya?
Mahmut’tu konuşan. Adam döndü baktı, sonra gözlerini bizim üstümüzde gezdirirken Mahmut’a cevap verdi.
– Bunların başında az dur, ben geliyorum.
Mahmut’un bir eli bir cebinde, diğer eli diğer cebinde. Bizim sesimiz g.tümüze kaçmış, ağzımızı açamıyoruz. Kaçmaya kalksak nereye kaçıyorsun, adım atacak yer yok. Kavga etmeye kalksak teki bizim beşimizi yere serer ve kaç kişi olduklarını bilmiyoruz bile.
Musa Abi bunca lafın altında kaldı, onu garipsiyorum. Ağzımı açabilsem bunu soramadan ağlamaya başlayacağım, konuşamadığıma seviniyorum. Aklımdan birkaç bir şey geçiyor ama hiçbir şey yapmaya fırsat yok, resmen kurbanlık koyun gibi kaderimi bekliyorum.
Bir dakika geçiyor.
İki dakika geçiyor…
Derken biri Mahmut’a sesleniyor: Reis. “Durun burada, s.ktirmeyin belanızı” diyerek uzaklaşıyor Mahmut. Bir anda çobanı başından ayrılmış koyun sürüsü gibi kalıyoruz ortada. Bir bakıyorum g.tümü biri tokatlıyor. “Abi ama ayıp oluyor, neden benden başlıyorsun” demek için az dönüyorum: Musa Abi. “Hadi, hadi, hadi .mına koyim hadi” diyor. Bir anda bin kişilik ortamı yarıyoruz, herkes yukarı çıkarken biz aşağı iniyoruz.
Giriş kata gelirken “on” diyor birileri. Son merdiveni de aşıyorum, “dokuz”.
Kapıya doğru koşmaya çalışıyorum kaplumbağa hızında. “Sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç”.
Kapıya çıktım!
“İki, bir, vuhuuuuu, lölölölö”.
Yılbaşı sabahı ölümüzün bulunmasından kurtuluşumuzu sadece SSK’daki bin kişi değil cümle Orta Doğu ve Balkanlar kutluyor.