Aynı yurtta kaldığımız, bölümden tek dönemdaş arkadaşımdı. Tam olarak arkadaş sayılmazdık aslında. Tanışmıştık bölümde, o kadardı.
Demiştim ya daha önce, ben yurt için başvuruyu geç, son gün yaptım ve erkek yurtlarının tümü dolduğundan beni ve bir dizi şanssız arkadaşı, 3. yurdun birinci katına geçici yerleştirdiler. 2-3 haftalık bu sürecin ardından beni 4. yurda verdiler – biri son, biri üçüncü, biri de ikinci sınıf öğrencisi, bir teki bile idaride okumayan üç kişinin yanına. İşte orada, altıncı katta kalırken tanıştım Erhan’la. 1.70’e ulaştığı meçhul boyu, incecik ve dümdüz saçları, biz gibi karikatür dergilerinden değil Adana’dan, memleketinden aldığı şaka anlayışı ve ondan öğrendiğim okuyamama hastalığı disleksisiyle değişik biriydi benim için. Fakat bölümdaşım mıydı? Öyleydi. Var mıydı başka? Yoktu. Zaten odasında bir de işletmeden bir bebe de vardı. Fırsatını bulunca odayı taşımam gerekliydi.
Fırsatını buldum bir ay kadar sonra. Hemen yurt müdürüne gittim, “bana uygun, huyu huyuma suyu suyuma, az biraz denk olduğumuz kimselerin olduğu bir oda yok mudur müdürüm afedersin” diye sordum, “var mıdır” diye geri sordu. Dedim “aganın karşısında marabaya konuşmak düşmez ama şu odada boş yatak varmış, beni oraya mı atsak”? İkiletmedi, şak diye kağıt çıkardı, şırak diye beni Erhan’ın odasına atadı. Hemen elbiseleri filan toplayıp gittim ben de tabi. Anıl abiden menkıbeler dinleyecek halim yoktu daha fazla.
Günler günlere eklenip haftalar, haftalar aylar oldu, birinci yılımız bitti ve ikinci yıla girdik. Artık çömez değildik, yeni gelenlere kıdemimiz gereği istediğimizce artistlik yapabilirdik. Daha ne isterdi ki insan?
Tabi ki 19-20 yaşın getirdiği hormonal gereklilikle bir kız arkadaş. Seçicilik o yaştaki erkekler için ultra lüks bir şey ya, anladınız.
Dönemin daha ikinci haftası, akşama doğru geldi Erhan, yüzünde her zamankinden daha farklı bir ifadeyle. Şapşal demek haksızlık, korkmuş demek yanlışlık. Gözleri zaten hafif pörtlekti, bakışı bazen manasız. O an hepten manasız bakıyordu. Çok da umursadığımı söyleyemem zira odadaki tek bilgisayar onundu ve aletin başında ben vardım. Kendisinin böyle mala dönmüş bir şekilde yatağında oturması işime geliyordu ama en azından insanlık namına bir selam vermem gerekirdi.
“Naptın la genco?”
Aptal aptal yüzüme baktı. Böyle, bomboş gözlerle, sanki beni görmüyormuş gibi. Yalan yok, korkmaya başladım. Bazen böyle durur, düşünür, “ya eleman” diye cümleye başlayıp bazen beş, bazen üç, ekseriyetle de iki yaşındaki çocukların merakıyla ve bazısı hakikaten onların soracağı seviyede sorular sorar veya yorumlar yapardı. “Ya eleman, sonbaharda yapraklar düşüyor. Çoğilginç” diyebilirdi mesela. Şaşırmazdınız. Veya “ya eleman, çocukları leylekler getirmiyormuş aslında. Biliyor muydun” diyebilirdi.
Fakat o sefer bir soru sormadı, bir yorum da yapmadı. Gözlerini hepten belertti, seyrek sakalının çeyreğini belki kapadığı yüzünde birden garip bir gülümseme belirdi ve “eleman ben aşık oldum” dedi.
Bu, tahmin edersiniz ki, “elinizdeki tüm işleri bırakıp hemen bana bakın” demenin gavurcasıydı. Harun’la işi gücü bırakıp, ki öyle demeyin, çok heyecanlı bir briç oyununun ortasındaydım ve beş sanzatuyu yapmak üzereydim, yanına geçtik. Geçişimizse boşunaydı çünkü Erhan’dan toplam üç cümle alabildik, ardından bu üç cümle tekrara düştü.
“Bölümde eleman. Çok güzel ya.”
“Kim lan?” diye bir sordum Duygu olmasından korkarak. Değildi Allah’tan.
“101’de gördüm. Yeni düşmüş buralara”.
101 dediği Econ101, iktisada girişin ODTÜ’cesi. Bizde böyleydi işler hocam, dersin adını söylemezdiniz. 101 derdiniz, karşınızdaki anlardı. Calculus bile bu yüzden, işletme hariç her bölümde aynı kodla anılırdı: 119-120.
“E, kimmiş neymiş? Anlat lan, ağzından kerpetenle mi alalım?”
“Eleman adını filan bilmiyorum. Amfide gördüm.”
“E?”
“E, amfide gördüm. Saçları çok güzel.”
Erhan çok bir şey demeyip mal mal bakmaya devam edince konuyu saldık. Erhan, kızın saçlarının ne kadar güzel olduğundan bahsedip duruyordu.
“Lan anladık, saçları çok güzel. Yüzü neye benziyor?”
“Bilmiyorum ki eleman. Yüzünü görmedim.”
“Nasıl görmedin lan? Neyine aşık oldun o zaman?”
“Saçlarına?”
Evet, bu kadarını biz de beklemiyorduk. Erhan garipti garip olmasına, belki benden biraz az belki benden biraz fazla, fakat bu kadarı, tanıdığımız Erhan’ın sınırlarının da ötesindeydi.
Kızın adını öğrenmesi bir ayını aldı. Bu bir ay boyunca bir kere bile kızın yüzünü görmedi. İnsan bari ders çıkışı yalandan koşar kapıya, çıkanları bekler. Değil mi? Üst sınıf ya, alttan ders alıyor ortalama yükseltmek için, yediremiyordu haspam kendine. Neyini yediremiyorsa…
Adını öğrenmesi de şöyle olmuş: Hoca imza kağıdını vermiş sıranın başından. Bu herif de her zamanki gibi arkaya bir yere oturmuş kızın saçlarını görebilmek için. “Yerine geçerken yüzünü nasıl görmemiş” diye sormayın, gerçekten bilmiyorum. Garipti, dedim ya. Başı önde filan oturdu herhalde hep, ne bileyim?
Ne diyordum? Hah. İmza kağıdı kendisine gelince geri doğru saymış saymış, sonunda kızın adını bulmuş. “Başkasının yerine imza atan vardıysa yandı gülüm keten helva” dedim.
“Salak değilim eleman. Baktım, iki önü ve iki arkasındakiler hep erkek ismi. Ondan başkası olamaz.”
“E adı neymiş bari?”
“Merve. Böyle güzel isim de böyle güzele yakışır zaten.”
“Yüzünü biliyor musun bari?”
“Yok.”
Bir ay boyunca yüzünü bilmediği birine aşık olan bir elemanı hikayede kurgulasam “bu ne saçmalık” derdim. Hayat böyle garipliklerle dolu.
Günler peşi sıra geçti. Dönem bitti ve dönemin sonuna dek Erhan bir kere, Allah hakkı için bir kere selam vermeyi geçtim, günaydın veya iyi günler bile demedi kıza. Demedi ama aklı onda hala. İkinci dönem oldu, dönemin yarısı oldu, yarısı geçti Nisan oldu, Erhan hala Merve de Merve diye geziyor.
Bir akşam yürümeye çıktık beraber. Hiç de huyumuz değildi halbuki, nereden esti bilmem. A4’ten aşağı saldık kendimizi, heykeli geçip PTT’ye doğru döndük. Erhan, yaklaşan bahar şenliklerinde kıza açılacağını söylüyor, ben de kendisini gazlıyordum. “Ölümlü dünya aslanım, beklemeye bekletmeye gelmez, senden iyisini mi bulacak, zaten hala yalnızmış bak resmen seni bekliyor”, Allah ne verdiyse aklıma geleni sıralıyordum ki uzaktan PTT’nin kedisini gördüm misafirhanenin otoparkında. Dedim “fırsat bu fırsattır, bundan alası da bir daha gelmez”.
PTT’nin kedisi, bizim dönem ODTÜ’de okumuş herkesin muhakkak tanıştığı ve kendisiyle en az bir kanıya sahip olduğu, koca g.tünü hareket ettirmekten aciz, dünya tatlısı ve dünya umursamazı bir arkadaşımızdı. Ben, kendisinin hareket ettiğini gördüğümü hatırlamıyordum o güne dek. Sanki PTT’den marketin önüne, oradan çarşıya, oradan çiçek saksılarına ışınlanıyordu. Otoparkta görünce de şaşırmıştım zaten.
Kendisiyle olan bir anımı anlatayım ki durumu daha rahat kavrayın. Bir gün, uzun bir aradan sonra, marketin karşısındaki saksıların birinin içinde gördüm deliyi. Kıçı bana dönük, başı da öteye bakıyor. Elimdeki makarna ve salça dolu poşeti hemen bir kenara fırlatıp koştum yanına. Kaç büyüklük kaç şiddetinde salladım hayvanı bilmiyorum ama saksı yerinden oynadı. Bu kesin bilgidir ve yayabilirsiniz.
Sarsarken bir yandan da konuşuyordum dombiliyle. “Vay sen nerelerdesin, kaç zamandır göremiyorum, özlettin kendini, böyle ortadan kaybolmalar da neymiş namussuz, alem bana ben sana hasta, yürü de endamını görelim heheyt aslan parçası”… Allah ne verdiyse, aklıma ne gelirse söylüyor ve bir tepki bekliyordum.
Sonunda verdi. Artık bir dakikayı aşan sallanma seansından bezmiş olacak ki başını ağır, vakur, saniyeleri dakika, dakikaları saat gibi hissettiren bir yavaşlıkla, yani tam da kendine yaraşır bir şekilde bana doğru döndürdü, kapalı gözlerini yine aynı atiklik ve çeviklikle hafiften aralayıp “kim ola bu beni rahatsız eden mendebur deyyus” der gibi baktı. Ağzından bir küfür miyavı duymaya razıydım ama buna bile layık görmedi beni. Başını çevirirken kullandığı enerjiye içinden küfredip aynı yavaşlıkla başını geri döndürdü ve sonrasında ne kadar halini hatırını sorsam da cevap vermedi. Bu kedi işte böyle bir kediydi – kimseye yüz vermeyen ve bu yüzden herkesin aşık olduğu.
“Erhan” dedim kedinin bu huyunu bildiğimden. “Gel şuna bir selam verelim, hatırını soralım. Yüz verirse Merve de sana yüz verecek, yüz vermezse Merve de sana yüz vermeyecek”. Aklım sıra çocuğa umut vereceğim.
Biz otoparkın üst tarafındaydık, kedi alt tarafında. “La, ne ediyon koca g.t” diye uzaktan seslendim. Bak Allah’ın adını veriyorum, başını çevirirken harcadığı enerjiye üzülen hayvan birden depara kalktı. Sanırsın aslandı da Serengeti düzlüklerinde bir ceylanı gözüne kestirmişti. Nasıl bir atiklik, nasıl bir çeviklik, geçtim aslanı kaplanda, çitada bile yoktur o kadarı.
Beynimden vurulmuşa döndüm! “Erhan” dedim, “olum yapma. Bu kız sana acımaz, hiç yazık olma”.
Gönül tabi, ferman dinlemiyor. Vakit geçti, şenlikler geldi. Akşamdı, konseri beğenmemişim ki odadaydım. Erhan geldi, gözleri kıpkırmızı, yanaklarında akmış yaşların izi. “Ne oldu eleman” dedim hemen.
“Merve’yi buldum eleman.”
“E? Yok mu dedi?”
“Ben sana sırılsıklam aşığım dedim. Bağırdı, tokat attı eleman. Rencide etti beni.”
“Dombili söylemişti olum. Dinleyecektin.”
İyi yanından bakmak gerekirse, ünlü bir Türk düşünürün dediği gibi, her Türk erkeği bir gün Merve acısını tadacaktır. O ki kızamık gibi, askerlik gibi bir şeydir bu, erken yaşta bunu yaşayıp kurtulmak en iyisi olmalı. Ben mesela, 40’ıma yaklaştım ve hala Mervelenmedim. Gençken vücut daha dirençli, ben Mervelenince ne olacağım Allah bilir.
Kedi? O çok acılı bir hikaye.
Erhan’a “o kız senin ağzına s.çar oğlum” dediğinden sonra uzun bir süre görmedik kendisini. Yaz geçti, sonbahar oldu, bir akşam Harun girdi odaya, üzgünlüğü yüzünden okunuyor. Yatağına oturdu, bir ah etti. “Eleman” dedi, Erhan’dan alışkanlıkla. “Bizim kedi ölmüş la”.
Lan?! O kedi hareket etmez, ışınlanır her yere. Yanlış bir yere ışınlamıştır kendini, gelir geri. Ölemez o lan!
“Ölmüş. Olum çok üzüldüm ya.”
Dünya başımıza yıkıldı. Erhan, Merve’nin kendine tokat attığı günkü kadar olmasa da üzgündü, ben zaten hepten yazık oldum. Sadece bir kedi görmek için postaneye gider miydiniz? Ben giderdim işte. Bir akrabamın ölüm haberini alsam o kadar üzülürdüm.
Sonra seneler geçti. Ben diyeyim iki, siz deyin üç. Ben bunu internette bir yere yazdım. Ne çok seviyorduk, ne çok özledik filan, içimden geçenleri olduğu gibi döktüm. İki ay filan sonra bir mail geldi. “Ben X bölümünden Y. Şuradaki yazdığını gördüm. Kedi benimle. Araba çarpmış, bu da tünele saklanmış. Denk geldi, alıp önce veterinere götürdüm, tedavisi bitince eve getirdim. Kalıcı hasar almış olsa da annemle yaşıyor, annemden başkasını yanına yaklaştırmıyor ama çok mutlu. Daha fazla üzülmenize gerek yok. Sevgiler, Y”.
Yani?
Yanisi abilerim ablalarım, kedilere ve Mervelere nasıl güven olmaz, Erhanlara da olmazmış. Nasıl beddua ettiyse, nasıl dombiliden bildiyse hayvan herif, zavallım kedi az daha ölüyormuş. Erhanlardan da uzak durun.