You are currently viewing İbne

Sene 2006, günlerden Şubat 26. Doğum günüm. Çok romantik, biraz stresli, bayağı da tırıvırı olduğumdan karlı havada Devrim’deyim, tribünde takılıyorum. Takılıyorum dediğim, öyle bira mira yok. Saat iki buçuk üç filan, hava eksi on derece. Nereye eline bira alıp g.tünü sıraya koyuyorsun? Oturuşun olur da kalkışın olmaz alimallah.

Ben öyle takılırken yandan biri bana doğru seğirtti. Böyle benim boylarımda, temiz yüzlü, sarışın marışın bir şey. Geldi, İngilizce bir şeyler dedi. Anlamadım ama İngilizce eğitim veren okulda okuyoruz, “no İngiliş, Türkiş Türkiş” de diyemiyoruz tabi. Dedim tekrar et, tekrar. Yalanım olmasın, geçmiş gün ya, Elektrik-Elektronik’te sınıfın birini soruyordu. Devrim’in üst tarafını gösterdim, dedim “şuradan çıkıp karşıya geç, kime sorsan gösterir”. “Hadi selametle” dedim, herif gitsin diye bekledim ama gitmedi. Erasmus’la gelmiş, Macar’mış, okula da yeni gelmiş, zaten iki kişi gelmişler, arkadaş olsaymışız ne iyi olurmuş. “Macaristan diye bir yer harbiden var mıymış lan” diye düşündüm ama kendisine sormadım tabi. Annem babam terbiye verdi. Tanımadığımız kimselerin verdiği yemekler yenmez, akla gelen her soru da sorulmaz.

Numaramı istedi, verdim. Çaldırdı, onunkini de almış bulundum. Adı Csanad, EBİ’de kalıyor. Trilyarder filan herhalde. Başka türlü orada kalmak? Zor bile değil, imkansız.

Ben bebeyi pek takmıyorum. Ama, hikmet-i huda, o beni takıyor. Üç beş gün sonra arıyor, “işin gücün var mı” diyor. “Yok” diyorum, “gel iki kahve içelim” diyor. Kahve ne lan? Olum Türkiye’deyiz, kahve ne? Soramıyorum tabi. Macaristan’ın bir ülke olarak gerçekten var olmasına alışamamışım hala zaten, bir de kahveden olay çıkaracak halim yok.

Buluştuk. Sonra bir daha buluştuk. Üçüncü buluşmamızda yanında diğer Macar da vardı. Sophie. Böyle neredeyse ben kadar boylu, sarı saçlı, mavi gözlü, öyle ölüp bitmeyeceğin ama “iyiymiş ya la” diyeceğin güzellikte, yani senin benim gibi insanoğlu. O gün ben bu Sofi’yle de tanış ve sonra arkadaş oldum. Hatta bir gün KKM’de bir mevzu vardı – ne olduğunu hatırlamadığım. Biz yurttan saplar korosu olarak gitmişiz. Uzaktan kızı gördüm, el sallaştık filan. Koronun diğer üyeleri, salonun öbür ucunda küçücük bir detay olan kızın kimliği, nereden tanıdığım, nasıl tanıdığım gibi konularda upuzun bir sorguya çekti, yetmedi telefonunu almaya çalıştılar. Vermedim tabi. Verir miyim?

Gel zaman git zaman, bu kız bana “yemek yapacağım akşama, sen de gelsene” dedi. Dedim “olur, canıma millet”. Diyemedim “bıktım sabah akşam salçalı makarnadan .mına koyim, sen de Csanad gibi zenginsen et met yaparsın, midem iki lokma yemek görür”. Adresini aldım, saati kararlaştırdık. Muhteşem ortam. Makarnadan başka bir şey yiyeceğim ya, yurtta arkadaşlara artizlendim. Dedim “beyler, akşama ben yokum. Arkadaşla buluşacağım”. “Senin, bizim tanımadığımız arkadaşın mı var y.rrak” dediler. Düşündüm az. “Bölümdeki şu çocuk, Kırıkkaleli, kısa boylu zayıf filan” dedim. Adını hatırlamaya çalışıyordum, kenardan bir tanesi “Volkan’ı mı diyorsun” diye sordu.

Sorun olmazdı normalde – eğer bu herifler birbirlerini daha önce en azından bir kere görmüş olsaydılar. “Yuh .mına koyim” dedim, “mikrofona konuş” dediler. Bir şey diyemedim tabi. “Sen kimle buluşuyon lan? Böyle gizli gizli” diye soruldum. Aniden sorulmuş bulununca aniden “Sofi’yle işte ya, şu KKM’de de…” demiş bulunmama kalmadı; dersten ve uykudan kalan vaktinin tamamını “kınayt” oynayarak geçiren arkadaş da dahil birden bir hareketlenme oldu. Birisi gelip sarılıyor, diğeri “obaaa” çekiyor, öteki aslanım maslanım patlatıyor. “Beni başbakan yapmışlar” desem “sigarayı beleş yap, bir de her ODTÜ’lüye bir kadın verilsin” deyip s.klemeyecek herifler, Sofi beni yemeğe çağırdı diye coştular bir anda.

Ankara’dan gelen abinin yarattığı bayram havası böyle bir dakika filan sürdü, sonra bir arkadaş, adına Mehmet diyelim ve neden Mehmet dediğimi sormayalım çünkü bir cevabım yok; “kaçta gidiyorsun” diye sordu. Dedim yedide oradayım. Saate baktık, üç buçuk. “Yetişmez” dedi. “Ne yetişmez” dedim, herif üstüme atladı. Bir yandan kazağı çıkarmaya çalışıyor, bir yandan “git yıkan lan, hadi git yıkan” diyor. Hop, Mehmet’in yanına Ahmet de katılıyor, erkek yurdunda iki erkek tarafından çıplak bırakılmaya çalışılıyorum. Tecavüz girişimi. “Lan ne oluyor, bir dur .mına koyim, napıyonuz lan” filan demem boşa. Para etmiyor. “Tamam .mına koyim tamam, gidiyorum yıkanmaya” diyorum, soyunup dökünüyorum. Donla kalınca sarınıyorum havlumu, alıyorum sabunumu mabunumu, gidiyorum sıcak suya rağmen soğuk soğuk yabışmazsa ölecek perdeli duşa. “İyi yıkan” diye arkamdan bağıran Mehmet’e sövüp kalıp sabundan kalanı bitirene kadar yıkanıyorum, duştan çıkıyorum.

Çıkıyorum da nereye çıkıyorum? Duşla koridor arasındaki ne işe yaradığını kimsenin bilmediği o odaya Mehmet pusu kurmuş. Başka zaman olsa “sis atma oç” dersin, öyle bir pusu. Hemen yanıma geldi, snıf snıf kokladı, “s.ktir git bir daha yıkan, bu ne” dedi. Dedim ulan üç kat yıkandım, sabun da bitti. Daha ne yapayım? Hemen odadan kendi sabununu getirdi, beni duşa döndürdü ve ben üç katın üstüne iki kat daha yıkandım. Hamama gitsem ancak bu kadar olur. Duştan ikinci çıkışımda yine gelip kokladı, “iyi, bu ayılıkla bundan fazlası da olmaz zaten. Yeter” dedi, geçmem için vizeyi verdi.

Normalde ne beklersiniz? İşin burada bitmesini. Ya da ben mal olduğumdan burada biteceğini sanıyordum – ta ki 3 saniye sonrasına kadar. Ben odanın kapısına gidene kadar Mehmet gitti, odadan sandalyenin birini kaptı, başka bir arkadaş da jileti ve sabunu getirdi: Tıraş olacağım. “Olum tamam, abartmayın” demem fayda etmiyor. Karar verilmiş, o sakallar kesilecek. Şeriatın başımı kesmesindense sakallarımı kesmesi daha hayırlıdır deyip o sandalyeye biraz da zorla oturdum ya, sordum Mehmet’e: Sen daha önce kimseyi tıraş ettin mi?

– Her şeyin bir ilki vardır. Hem sen tıraştan bir bok anlamıyorsun. Sağını solunu kesersin. Ben halledeceğim.

Bak abartıyorsam ne olayım, sol üstten Azrail’in geldiğini gördüm. Yemin ediyorum bak, sol üst tarafımdan bir melek indi. Ve ben, hayatımın hiçbir zamanında o on beş-yirmi dakikalık sürede ettiğim kadar dua etmedim. Biri başına dikilmiş, elindeki jileti şah damarının üzerinde tutuyor. Hadi sen dua etme de görelim?

Tıraş işlemi bitti, ben de bittim. Odaya girmeme, sonunda, izin verildi. Verildi ama oturacak yer yok ki? Her tarafta başka bir elbise. Orada gömlek, burada pantolon, beride ceket. Mehmet benle uğraşırken diğerleri organize olmuş; ben gibi iri olan tanıdıkların elbiseleri odaya yığılmış. Beş tane Barbaros Şansal vardı karşımda.

“Lan olum kafayı yediniz .mına koyim. Altı üstü yemek yiyip geleceğim lan” dedim, s.ktirler havada uçuştu. Dedim olum, sal o zaman. Bu kadar adam, seve seve yaptıramazlarsa s.ke s.ke yaptırırlar. Genceciksin, bu yaşta g.tü kaptırmanın hiç gereği yok.

Üstümden havlu çekildi, donla kaldım. Pantolon veriliyor, giyiyorum. Üstüne gömlek deneniyor, ceket deneniyor. Pantolon olmuyor, başka bir tane. Beğenilen gömlek buna uymuyor, değiştiriliyor. Beş farklı herifin beşini aynı anda mutlu edecek kombini kaç denemeden sonra bulduk, yeminle bilmiyorum. Yarım saat filan denedik ama. Bu arada, ben “akşam yokum” dediğimde odada dört kişiydik – ben dahil. O andaysa bir on kişi filan vardı – ben hariç. Kara haber tez yayılır demişler ama yalan. Yemek daveti haberi daha tez yayılıyormuş.

Bu beş Barbaros Şansal’ın geri kalanı konuşuyor: Saçını nasıl yapalım? Bu y.rrak kendi yapmayı bilmez, biz yapalım ama nasıl yapalım? Öbür yandan başka biri göbeğime söverken daha başkası cımbızı olan kimse varsa kaşlarımı düzelteceğini söylüyor. Tam kız yurduna bir arkadaş gönderiliyor ki kolundan tutuyorum herifi. O kadar da değil .mına koyim. Cımbızla kıllarımı tek tek yolmak ne demek lan?

Elbise kombinime karar verildikten sonra tuvalete gidiyoruz, yine aynı sandalye getiriliyor ve saçım yapılıyor. “Odada yapsanıza” demem umursanmıyor. Racona tersmiş. Milletin raconunda sonsuz uykuya yatırmak var, bunların raconunda saçı sağa yatırmak. Raconunu s.ktiklerim.

Yıkandım paklandım. Elbiselerim bulundu – ki sahiplerinin kim olduğu hakkında zerrece fikrim yok, sormuyorum da. Bu elbiseleri nasıl topladıklarını merak ediyorum ama bunu da sormuyorum. Yani tamam, aramızda bir manyak var ve aklına komşu odaya çömezi gönderip “pardon amca, akşama işiniz yoksa bizim bir arkadaşa elbise lazım, sizin dolabı boşaltıyorum” demek geldi. Hangi geri zekalı bunu harbiden uygular? Ülkenin parlak beyinleri, aydınlık geleceği bu mu lan gerçekten?

Buymuş.

Saçım da yapıldıktan sonra ince işçiliğe geliyor sıra ama saat altı olmuş bile. Bir saatim var. Yarısını geç, o kısmı yürüme kısmı. Yani yarım saatte ne yaptılar yaptılar. Yan odadan Berkan geldi, elinde bir şişe parfüm. “G.tünü satsan alamazsın bunu, ona göre” deyip başımdan ayaklarıma beni bir posta da parfümle yıkadı. Paltom giydirildi, kapıyı çalınca vereceğim poz ayarlandı. “Senden biskim olmaz, anca bu kadar” denilerek yurttaki işimin bittiği bana bildirildi.

Saat üç buçuk nere, saat altı yirmi beş nere? Ya sen üç saat, yüz seksen dakika saat sen bunca zaman bana ne yaptın?

Onca koşturma ve hengamenin sonucunda yanımda beş altı sapla aşağı indim. Ben 100. Yıl’a, kıza gideceğim, kalanlar da kantinde çay içecek. Giriş kattaki boy aynasında kendimi gördüm bir, bak yemin ediyorum ben ben değildim. Bu herhangi biri olabilirdi ama ben değildim. Herifler üç saatte harbiden bayağı sağlam iş çıkarmıştı ve ben dahi aynada kendimi tanıyamıyordum. Sövmekle sövmemek arasında gidip gelirken yurdun kapısında son bir durduruldum.

Mehmet “şarap al” dedi. “Olum ben şarap sevmem. Tatlı alayım? Tatlı yiyip tatlı konuşalım babında” dedim, Ahmet “şarap al, şarap iyidir” dedi. “La olum ben şarap sevmem, rakı alayım” dedim, tokadı yedim. Bildiğin tokat yedim .mına koyim. “Al şu parayı da şarap al hayvan” dedi Mehmet, elime 50 lira tutuşturarak. O zaman 50 lira büyük para. Şarabın yanına rakı da alırım, çerez de alırım, bütün tekeli alırım. O kadar para.

Tam işim bitti sanırken yandan Boğaç yanaştı, elini cebime attı. “Ne oluyor .mına koyim, benim g.tümü kim avuçladı” deyip elimi cebime attım: Prezervatif. “Al al, lazım olacak” dedi. “Lan altı üstü yemek yiyip geleceğim, Allah belanızı versin .mına koyim” dedim, “s.kmeden gelme” dediler. “Sizi s.kim” dedim, çıktım.

Şarap almadım. Tatlı aldım. Kıza da “senin kadar değilse de tatlıyla geldim” dedim, “tatlı yiyip tatlı konuşalım” diye de ekledim ama alttan alta verdiğim mesajı ya almadı, ya umursamadı.

Oturduk, yemeği yapmayı bitirmişti, yedik. Şundan bundan konuştuk ettik. Saat 23:30 olunca da dedim ben kalkayım, gideyim. 12’den sonra nereden geldiğimi soruyorlar, Budapeşte’den geldiğime de inanmazlar. “Hadi eyvallah” dedi, ben de çıktım yurda döndüm.

Döndüm ama nasıl döndüm?

Odanın kapısını açtığımdaki manzara şuydu: İki katlı iki ranza, silme dolu. 10 kişi ranzalarda oturuyor. Üç sandalye dolu, dördüncü hala tuvalette duruyor. İki kişi de ayakta. On beş sap, on beş ayı beni bekliyor.

Kapıyı açtığım anda tüm bakışların bana döndüğünü, seslerin kesildiğini, herkesin ağzımdan çıkacak kelimelere odaklandığını belirtmeme gerek yok sanırım.

“Ee, gittim” dedim.

“Ee” dediler.

“Oturduk yemek yedik” dedim.

“Ee” dediler.

“Sonra konuştuk ettik filan işte” dedim.

“Ee” dediler.

Sonra kalktım geldim işte” dedim.

“S.kmedin yani” dediler.

“Ya ne s.kmesi .mına koyim, yemeğe çağırdı yemek yedik işte” dedim.

“İbnesin olm” dediler.

Ve adım, o günden sonra, iki üç sene filan ibne kaldı. Yok, normalde çok da umursamazdım ama, arkadaş, heriflerde nasıl bir istihbarat, nasıl bir örgüt varsa sadece arkadaş çevresinde veya yurtta değil, koca kampüste adım ibneye çıktı. Yeni biriyle tanışıyorum mesela. Psikoloji okuyor, Demiraylarda kalıyor. Zerre alakamız yok yani. “İşte ben de şuyum, bölümüm bu” diyorum, “aa, sen şu ibne değil misin” diyor bana. Ya senin anneni s.keyim anneni. İlk defa görüştük, ilk defa tanıştık. Nereden biliyorsun benim ibne olduğumu, piç?

Hülasa, erkekseniz ve bir kız sizi yemeğe çağırıyorsa s.kmeden gelmeyin. Sonra ben gibi ibne olabilirsiniz.