Vakti zamanında bilge bir kişi “üniversiteyi beş senede bitiren bir, dört senede bitiren dört sene kaybetmiştir” demiş. Kendisine ne kadar katıldıysam artık, on küsur sene üniversitede öğrencilik yaptım.
ODTÜ’de ise bu durum biraz değişikti. Bu sözü “üniversiteyi yedi senede bitiren bir, sekiz senede bitiren iki sene kaybetmiştir” diye güncellemek pek de yanlış olmazdı. Tabi bu genelleme; psikoloji, sosyoloji, felsefe, işletme, uluslararası ilişkiler gibi teknik okulda ne işi olduğu belli olmayan; ihtimalen “bunlar odun geldi kalas gidecek, bari üç beş de kıytırık, fantastik ders verelim de bunlar da biraz değişik bir şeyler görsünler” denilip konulmuş derslerin hocalarının okulu katakulliye getirip “madem ki ders veriyoruz, neden kendi bölümümüz de olmasın ki? Böylece daha fazla mayış alırız” demeleriyle kurulmuş bölümleri hariç tutarak yapılacak bir genelleme. O hocaları da hakir görmeyin tabi, nihayetinde her şey mayışta bitiyor.
Benimki gibi sosyal sözde biliminde değil beton gibi kallavi bir kitabı barındıran, beton gibi kallavi bir dersi geçmeden diploma vermeyen inşaat mühendisliğinde bir abimiz vardı. Ben okula başladığımda üçüncü sınıftaydı, benim dördüncü senemde dördüncü sınıftaydı. Uzun sarı-siyah saçları ve akustik gitarıyla, dinlediği antil kuntil müzikleriyle, uzun boyu, yapılı vücudu ve bakılır yüzüyle, konuştuğunda dinlenir muhabbetiyle, sanki bir doktor veya askermişçesine bilgisiyle, ve benimkiyle hiç çakışmadığı için ekseriyetle uzaktan tanış olduğum, ancak koridorda görünce selam verip geçtiğim haliyle benim için hem örnek ODTÜ’lü, hem bir mitin ta kendisiydi. Adını bile öğrenemedim hiç, gerek de yoktu zaten. “Şu X odadaki” dediğinde tanıması gerekenler tanıyordu. Tanımayana tanıtmaya da gerek yoktu zaten.
Her zaman kuul bir adamdı. “Kız olsam verirdim” derler ya hani, tam da böyle bir herifti. Kötü şansı, veya benim kötü şansım, kız değildim. Olsaydım düşünürdüm yani.
Sigara içerdi ama odada içmezdi. İçirmezdi demek daha doğruydu belki de çünkü sadece odasında değil, yurtta da yaşça en büyüklerden biriydi. Ya kantindeydi, ya bahçede, ya koridorda, ya yangın merdiveninde. Bir elinde cımbız bir elinde ayna gibi bir elinde pena, bir elinde sigarayla çalar söylerdi, tüttürürdü. Oturur dinlerdin. Söylemediği zaman memleketi de kurtarırdı. Doğru hatırlıyorsam Cimbomluydu ama olsun, o kadar kusur kadı kızında da olur demişler. Kadı oğlunda da olur, değil mi?
Bir Mayıs akşamıydı. Sene sonu gelmiş, finallere hazırlıklar başlamış. Okulda büt yok yaz okulu var, ailesinden kaçmak isteyenler yaz okuluna ders bırakıyor. Kalanı da dazır dazır çalışıyor. Bu abimizi gördüm koridorda. Odasının kapısının önüne, yazdan sonra kendilerine iki buçuk litrelik kola alıp gönüllerini kazanacağı yevmiyeyle çalışan inşaat işçileri gibi oturmuştu. Bir elinde sigara, diğer eli çenesinin altında. “ODTÜ ya, dördüncü yurt ya. Evim, evim” diyordu kendi kendine. “Kafayı yedi herif herhalde” dedim, selam verip geçtim.
Fakat birkaç gün sonra aynısını duydum. “Burası benim evim, nasıl gideyim lan” diyordu fakat bu sefer elinde sigara değil puro vardı – diğer elinde de bir şişe şarap. Heey hey; öğrencinin alkole para yetirebildiği, yurtta şarap içen görünce insanların delirip şekilden şekile girmediği yıllar…
Üçüncü defa aynısını duyunca dayanamadım. “Abi” dedim, “evim evim diyorsun da ev mev, ne alaka”?
Şu alakaymış: Bu adamın abisi ODTÜ’de, kendisi gibi inşaatta okuyormuş. Üniversite sınavına hazırlanırken lisenin son üç ayı ODTÜ’de kalmış. Sınav sonucunda ODTÜ gelmemiş, İTÜ’ye de kendi gitmek istememiş. Takmış çünkü, o da ODTÜ’lü olacak. Liseden mezun olduğu sene 4. yurda, abisinin yanına taşınmış. Tabi yurtta kalmasına izin yok, kaçak kalıyor. Yurdu geçtim, odadan dahi çıkmamış bir sene. Sabah akşam çalışmış, yurttakiler çalıştırmış. Girmiş ÖYS’ye, inşaatı kazanmış. Eh, okul da onca sene uzayınca, üstüne bir sene de hazırlık okuyunca neredeyse 10 senedir okulda, aynı yurtta kalmış adam. Evinden çok yurdu, anasından babasından çok oda arkadaşlarını görmüş.
“Sen daha doğmamışken ben bu yurttaydım. Buraya evim demeyeyim de nereye diyeyim?” diye sordu. “Oradan bakınca 10 yaşında gibi mi görünüyorum? Aşk olsun” diyemedim tabi. “Sen de haklısın” dedim ancak.
Hani Londra’da vardır ya mavi levhalar. “Bu binada şu kişi şu şu tarihler arasında yaşamıştır” diye:
Dördüncü yurdun beşinci katına da kendisinin adına bir levha asılmalı değil midir?