You are currently viewing Devletin Kutsallığı veya Kutsal Devlet
  • Post category:Siyaset "Bilimi"
  • Reading time:19 mins read

Her amacı olan yazı gibi soralım: Devlet dediğimiz şey kutsal olabilir mi?

El cevab: Eğer kut sahibi olan devlet dediğimiz şeyi kutsarsa tabi ki olabilir. Ama, gavurcasıyla, “that’s a big if”. O eğer öyle bir eğer ki tüm tezlerinizi çürütmek üzere orada duruyor.

Şimdi sıra sıra gidelim. Önce devleti kısaca tanımlayıp tanımdaki parçaları açalım. Sonra tehlikeli sularda yüzmeye başlayalım.

Devletin Tanımı ve Yedi Madde

Devletin milyon çeşit tanımı var. Weber onu demiş, Giddens bunu demiş… Kısa, yeterince geniş ve zaman-mekan sınırı olmayan basit bir tanım yapalım:

Belli sınırlar dahilinde şiddetin kontrolünü, para basma yetkisiyle ekonominin kontrolünü ve kanun yapıp kanunlara zorlama yetkisiyle sosyal hayatı düzenlemeyi tekeline almış olan, sınırları anayasaca çizilmiş hiyerarşik ve bürokratik yapı.

Bence yeterince güzel oldu. Senelerdir bu tanımı kullanıyorum, öyle aman aman bir eleştiri alamadım hala. Beğenmediyseniz siz yapın tanımı, sizinkini kullanayım.

Toplam yedi şeyden bahsettik, sırayla bunları açalım:

Belli Sınırlar

Bu sözün iki anlamı var. Birincisi, devlet dediğimiz her yerde var olamadığı gibi her yerde var olduğunu iddia da edemez. Sınırlar, “devletin var/etkin olduğu alanlar dahilinde” demektir. İkinci olarak devlet, bir yerde var olduğunu iddia edebilir fakat bir ya da daha fazla özelliği o alanda var olmayabilir. Bu nedenle “belli sınırlar” diyerek “devletin tüm özelliklerinin bulunduğu alan” şeklinde tanımı daraltmış oluruz.

Şiddetin Kontrolü

Weber şiddet tekelinden bahsetse de bu tanımın değişmesi/gelişmesi gerekiyor. Örneğin Almanya’da Hitler’i iktidara getiren unsurlardan birisi kahverengi gömlekliler (SA, Sturmabteilung) ve bunların varlığına anayasa izin veriyor. Başka bir deyişle dönemin Alman anayasası, partilerin kendi paramiliter güçlerinin olmasına izin veriyor. Burada şiddet tekelinden değil ancak şiddetin kontrolünden bahsedemez miyiz?

Şiddetin kontrolünde maksadım iki. Bunların birincisi, devletin şiddet uygulamayı kendine hak olarak görmesi. Yani Ahmet Kaya değilseniz yaklaşan polisin “yasal mermisine” laf etmezsiniz. Devlet değil mi? Döver de, sever de. Ta 1651’de “devlet kutsaldır” diye gezenlerin en ünlüsü Hobbes böyle buyurmuş. “Devlet size haksızlık yapsa, hatta öldürse de ağzınızı açmayın, çünkü devletlilik büyük ve evladır devletsizlikten”.

Şiddetin kontrolündeki ikinci maksadımı aslında anladınız: Devletin izin verdiği silahlı grupların etkinliği. Hatta yeri gelir, çok şükür Türkiye’de olmasa da Almanya’da, Kamboçya’da, Myanmar’da… parti politikasını devlet politikasına dönüştürmüş memleketlerde “devletin” kendi askeri olur, polisi olur, jandarması olur…

Daha da açacağız. Birazdan.

Para Basma Yetkisi

Para basmadan maksadın sadece paranın darbı olmadığını anladığınızı sanıyorum: Maksat, temelde, “burada benim bastığım ve kabul ettiğim paradan başkası işlemez, ekonomiyi de ben yönetirim. Ekonomimi yönetmeye kalkanı da keserim, çünkü l’état c’est moi” demek.

Para basma, üç şeyi birden barındırıyor: Öncelikle paranın darbının tekeli. Devlet, parayı basacak tek mercidir. Kendisi basmazsa başkalarına bastırır, ama sonunda kontrol devlettedir. Sizin kafanıza esince 100 Doları geçtim, 5 Lira bile basamazsınız. Teröre denk suçtur bu, üzülürsünüz. Sebebi sadece haksız zenginleşmeye giden yol değil. “Lan köpek, sen devlet misin de para basıyorsun” diye sormaları. Teröre denk cezası var para basmanın, boşuna mı?

Sonralıkla, geçerli paraların belirlenişi. Yarın Türkiye çıkıp “Doları tanımıyoruz” derse Dolar yok olmaz. Memleketteki Dolar işleyişine ket de vurulmaz. Ama devletin devletliği zarar görür zira haddinden büyük bir işe kalkışır. Düşünün: Türkiye, “Dolar bulunduranı hapsedeceğiz” dedi ve gerçekten hapsediyor. Dolar mı tutarsınız, devlete mi uyarsınız? Cevabınızı dikkatli verin, durduk yere vatanperverliğinizi sorgulayabilirsiniz.

Bu sözün son anlamı da ekonomik aktiviteyi vergiyle yönlendirme. Bu adım, bürokrasiyle beraber geçerli olduğu için sadece bu başlıkta değerlendirilmesi olası değilse de hepimizin bildiği şeyi tekrarlayalım: Parayı basan devlet, parayı toplayan devlet. Parayı nereye, nasıl harcayacağını belirleyen de yine devlet. Toplanıp Allah demeyek de ne diyek?

Sosyal Hayatın Düzenlenmesi

Geçenlerde Ekşi Sözlük’te bir tartışma vardı. Vay ki bayramda likörlü kahve verilir miymiş, bilmem neymiş.

Seneler boyunca insanlara “biz çok müslümanız” diye anbean anlatır ve anlattırırsa bir devlet; sonunda likör geleneğini görmemiş, duymamış, ve hadsizce reddeden beyinsiz milyonlar yaratır.

Devlet, sahip olduğu silahlı güç nedeniyle, insanlara ne yapacağını zorla söyleme şansına sahiptir. Bu, Hobbes gibilere göre hak, diğerlerine göre sadece şanstır. Bakunin’e sorun da anlatsın devletin zorlama hakkını. Rousseau karşı değildir zorlamaya ya, bugün Türkiye’de olana karşı devrimci bile olurdu herif. Force to be free derken ne dediği belli nihayetinde.

Devlet, örneğin, “şu şu saatler arasında düğün yapmayı yasaklıyorum” diyebilir. “Şu kadar desibel sesten fazlasını yasadışı sayıyorum” diyebilir. “Ekmekten vergi alırım, sudan vergi alırım, tuvaletten vergi alırım ama elmastan vergi almam” diyebilir. Yani resmen “ekmek bulamıyorlarsa elmas yesinler” diyebilir ve bunun önünde hiçbir engel yoktur – bir tek şeyden ayrı. Ona geleceğiz.

Hülasa, devlet, yasa yapma ve insanları bu yasalara uymaya seve seve veya diğer türlü zorlama şansıyla sosyal hayatı düzenler. O derece ki kültürün devleti etkilemesi gibi ve kadar, devlet de kültürü etkiler. Sonunda da devlet olmanın bir özelliğinin de sosyal hayatı kafasına göre düzenlemek olduğunu söylemek zorunda kalırız.

Hiyerarşi ve Bürokrasi

Devlet varsa yöneten ve yönetilen vardır, bu ikisi arasında da hiyerarşi vardır. En basitinden, ceteris paribus, sizi içeri attıracak sözleri “millet”vekili olarak kürsüden söylerseniz dokunulmazlığınız sizi korur.

Fakat esas hiyerarşi, yöneticiler ve diğerleri arasındadır. Gavurcadaki güzel bir sözdür: Power corrupts. Absolute power corrupts absolutely. Kelime oyunu olan bu cümlenin ilk yarısı sabittir: Güç bozar. İkinci yarısı ise eğlencelidir. Aynı anda hem “mutlak güç çok fazlaca bozar” der, hem de “mutlak güç mutlaka bozar” der.

Devlet soyut bir kavramdır. Allah gibi bir şeydir: Hakkında herkes konuşur ama kimse gösteremez. Öte yandan Allah’tan farklıdır. Allah insaflıdır, inanmama şansınız vardır. Devletse Allahsızdır. Yine gavurcasıyla non-voluntary (seçimsiz, zorunlu) bir ilişkiniz vardır ve devlet sizi vatandaşlıktan atmadıkça devletten kurtulma şansınız yoktur – ki o durumda da kurtulmuş olmazsınız. İki yüz küsur devlet ve devletçiğin biriyle ilişkiniz kesilmiş olur, o kadar.

Tam burada girişe dönelim: Allah devletten daha Allahlıysa, hadi söyleyin, devlet nasıl kutsal olur? Devletin Allah’tan daha büyük olması lazım ki kutsal olabilsin. Allah da kadir-i mutlak, devlet de. Ama Allah’la ilişkiniz opsiyonel, devletle zorunlu. Yani devlet kendini Allah’ın da üstüne koymuş, o da şu sorunu doğurmuş: Kut ancak tanrıdan gelir, ötesinden gelemez. İnsanlar vesaire kut sahibi değildir. Eh, devlet de Allah’ın üstünde olduğuna göre kutun sahibi olmalı ama böyle bir iddiası yok. Kutsanması lazım. Ve fakat bulunduğu konum itibarıyla kutsanabilir değil.

Resmen kısırdöngü. Kutsanabilip kutsal olması için en azından tanrıya eş konuma gelmesi lazım ama kendine yediremiyor. Bu durumda da kutsanamıyor, kutsanamadıkça daha da fazla kutsallık atfediyor kendine… Yazık. Allah’tan normal insanız. Ya Devlet filan olsaydık?

Diye sorup devam edelim: Hiyerarşide çeşitli adımlar vardır. Sadece tek bir yönetici ve tebaası olan diğerleri yoktur. Ne yönetici ne teba, ne idüğü belirsiz kimseler de vardır. İşte bunlar bürokrasiyi, daha doğrusu bürokrasinin büyük kısmını ve senin-benim devletin “dokunabildiğimiz” kısmını oluşturur. Bilmem ne bakanlığının bilmem ne kuruluşundaki memur mesela. Gidip bağırıp çağırabilirsiniz, dokunabilirsiniz buna. Kanlıdır, canlıdır. Bürokrasinin en altındaki kişidir ve bir nevi devlettir. Hatta, aslında, cumbabadan filan daha fazla devlettir ama bizim millet anlamaz.

Bir noktayı atladık, oraya dönüp devam edelim:

(Ana)yasal Sınırlar

Devletle non-voluntary yani seçimli değil zorunlu bir ilişkimiz olduğunu söyledik. Bunun iki anlamı var. Birincisi, andığım üzere, devlete gözünüzü kapatsanız da yok olmaz, başınıza ekşimeye devam eder. İkincisi ise önemli olanı:

Devletin ne yapıp ne yapmayacağını bilmeniz gerekir. Misal devlet IŞİD’e silah veya gıda yardımı yapabilir mi? Bunu yapma hakkı var mıdır ve yaparsa ne olur? İşte anayasa, bu da dahil, pek çok sorunun cevabını verir. Sonra yasalar bu anayasayı güçlendirir, zayıflatır, vesaire.

Devletin anayasası dışına çıkıldığı an devlet kendini feshetmeye başlamış (hatta belki feshetmiş) olur zira aramızdaki ilişkide bir zorlama varsa ve benim devlete boyun eğmem isteniyorsa, devlet “bana verdiği sözü” tutmak zorundadır. Misal, anayasasında mealen “devlet IŞİD’e silah göndermez” diyen bir devlet IŞİD’e silah gönderdiği anda devletlik vasfını kaybeder ve, anarşist taraftan bakarsak, maskesi düşer ve sadece mafyaya dönüşür. Mafyayla da dost olmazsınız. Savaşırsınız.

Peki, devlet anayasal sınırlarına uymazsa ne olur? Geldik yine zurnanın zırtına:

Devrim Görevi ve Hakkı

1651’de Hobbes “devlet size tecavüz etse bile sesinizi çıkarmayın, çünkü devlet ne yaparsa en iyisini bilir” demişken 1689’da, sadece 38 sene sonra John Locke diye birisi çıkıp Hobbs’a “sen ne diyorsun ulan köpek” diye sormuştur.

Açalım.

Hobbes; hiçbir hal ve durumda devlete laf edilmemesi, devlete karşı hareket edilmemesi, devletin sorgulanmaması gerektiğini savundu. Fikrinin temeli, bizim kutsal devletçilerden farklı: Hobbes iç savaşı görmüş. “Hepimizi zorlayan bir devlet olmazsa anarşi olur, birbirimizi yeriz” demiş. Yani devlet zorlamaz veya zorlayamazsa bir devletten bahsedemiyoruz. Peki, 1980 darbesinden önce Demirel “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” derken bir devlet var mıydı? Hobbes’a ve bizdeki emsallerine göre olmaması gerekli çünkü:

Bizim kutsal devletçilerde “yerine yenisini koyarız” yok. Direkt devletsizlik var. Hobbes ile aynı sonuç ama farklı kapı: Başkası gelir de bizim yerimize bir devlet kurar burada. E sen kahramanlık taslarken esasında korkağın tekisin? Neden eldeki kötü devleti sıfırlayıp yenisini kurmak kötü olsun? Devlet de insan gibi: Zaman geçtikçe bozulabilir. Bozulan devleti bozuk bozuk sürdürmenin mantığı var mı? Osmanlı bitti, Atatürk yenisini kurdu da kötü mü oldu? Selçuklu batmıştı, tonla devletçik kuruldu topraklarında. Ne oldu? Devlet “yıkılınca” anarşi de olmuyormuş illa, işgal de. Değil mi?

Dahası: Biz Fransız olsaydık 785.434. Türkiye diyecektik belki zira Fransa’da anayasa değiştikçe kronometre atar. Bugün beşinci cumhuriyet var mesela. Bizde, bu hesapla, 1921’i hadi geçelim, 1924, 60 ve 82’de üç anayasa geldi, 70’lerde elli kere anayasa değişti, 82 anayasası zaten delik deşik. Fransız mantığıyla baksaydık mesela, 1958’de devleti yıkmış olacaktık. Ne oldu, Fransa’da o devlet yıkıldı diye boşlukta Almanya yeni bir Fransa filan mı kurdu, nedir?

Daha dahası: Devlet diye soyut birilerine yapılan referansın sonucu, soyuta dayanarak somuta yapılan baskı. “Orda bir devlet var uzakta. Gitmesek de, görmesek de o devlet, bizim devletimizdir” durumunun ardından “sen nasıl laf edersin lan” deyip gerçek, kanlı canlı kimselere bulaşma. Yukarıda “o en kıytırık memurdur devlet” dedim. Hobbes’tan çıkalım, daha ötesine de geçelim: Locke hem başka bir jenerasyon, hem de daha ahlaklı ve namuslu biri. Diyor ki “devlet dediğinin görevleri vardır. Bunları yerine getirmesi gereklidir”. Anlatır, anlatır. Sonunda Hobbes’un sorduğu soruyu sorar: Peki ya devlet adaletsizse – veya, daha geniş şekliyle, devlet görevini yerine getirmiyorsa?

Locke’un cevabı ufuk açıcıdır: Devlet eğer görevini yerine getirmiyorsa eldekini yıkıp yenisini kurmak gerekir. Ve bu bir hak değil bir GÖREVDİR.

Gavurun 17.-18. asırlarda eriştiği kafaya 21. asırda erişemedik. Nerede Locke, Rousseau, Kant; nerede bizim Dücane, Taslaman filan. Ya ben lan neyse bir şey demiyorum.

Locke, “devleti yıktık, iş bitti” demiyor. “Devleti yıkmak haktır” demiyor. “Eğer” diyor Locke, “sen insan olduğun iddiasındaysan ve vatandaş olduğunu söylüyorsan, sende nokta kadar ahlak, zerre miskal namus varsa bu devletlikten çıkmış devleti yıkmak senin görevindir, görevin. Sen, misal, seni koruyamayan devleti indirmek zorundasın. Böylesi bir devleti indirme hakkın yok. Hak dediğin kullanılmayabilir. Bu senin görevin. Ahlaklıysan görevini yaparsın ve seni koruyabilecek olanı kurarsın”.

Nedenleri çoksa da tek biri yeterli: Ben, insan olarak ahlak diye bir şey üretmiş, namus diye bir şey üretmiş bir varlığım. Devlet de benim namusuma, benim ahlakıma zarar veriyorsa onu yok edip benim namusuma zarar vermeyeni kurmam gerekir. Diğer türlü ahlaksızlığı, namussuzluğu kabul etmiş olurum. Birisi nasıl hem insan olur, hem de namussuz olur ki?

Kim Ulan Bu Devlet?

Demokrasiyle yönetilen bir cumhuriyette yaşadığımız iddiasındayız. Cumhuriyet sözünün aslı respublika. Res + Publika = Halkın malı. Yani Türkiye Halkın Malı vatandaşıyız. Türkiye HMDYD daha doğru ya, neyse.

Bu ne demek? Devlet, halktan başkası değil demek. Yani Sedat Peker’in bunu demesine ihtiyaç duyan milyonlar var şunu anlamak veya fark etmek için. Vatandaşlık dersinde hepinizin mi hocası uyudu anlamıyorum ama hatırlatayım: Eğer ortada bir respublika, yani cumhuriyet varsa devlet millettir, millet devlettir. Eğer bunların biri diğeri değilse ortada cumhuriyet yoktur. Bu birincisi. İkincisi, devlet cumhuriyet olmazsa o devleti alaşağı etmek zaten insanlık görevidir. Hadi beni boş verin, buyurun:

… [B]u devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.

Millet mevcutsa, kalbi ve vicdanı mevcutsa milletin başında hiçbir kuvvet ve makam olmaz. Alın size Locke, alın size Rousseau. İkisini damıtmış canım Atatürk. Biz biraz namuslu olsaydık huzur içinde yatardı belki ya, nasıl diyeyim ben “huzur içinde yat” diye?

Hükumet milletten çıkar. Millet devlettir. Eğer millet hükumetinin kötü icraatını değiştirmiyorsa ihtimal ikidir: Ya hükumetin icraatından memnundur, ya da millet namuslu insanlardan oluşmakta değildir ve hükumet eylemlerini aynen sürdürür.

Örnek verdim, oradan gideyim: Diyelim ki Türkiye’ye bir hükumet geldi, IŞİD’e silah yolladı Amerika’nın yaptığı gibi, bunu da birileri ortaya çıkardı. Ne yapacağız?

Devlet ayrı hükumet ayrıysa o hükumetin orada bir dakika daha duramaması gerekli çünkü öylesi bir durumda devlet dediğin o pisliği kabul edemez. Eğer öylesi bir hükumet koltuklarında bir dakika daha oturabiliyorsa ya devletle hükumet ayrı değildir, yani devlet (yani millet) IŞİD’e silah gitmesinden memnundur, ya da devlet (yani millet) namussuzdur ve bu eylemde bulunan hükumeti yerinden etmez – ki bu durumda zaten devlet hükumetten ayrı filan değildir.

Daha dahası: Diyelim ki bir hükumet geldi, anayasayı değiştirdi. Dedi ki “artık respublika yok, padişahlık var”. Bu durumda ne yapacağız?

– Padişahlık gelen devlete isyan etmeyelim çünkü devlet kutsal. Hükumet getirdi yeni rejimi, ikisi ayrı.
+ E iyi de ben artık insan bile sayılmıyorum?
– Olsun. Devlet kutsal. Sen de artık kul ol. Devlete laf edilmez.

Kuta Dönüş: Sonuç

Yazıda iki şeyi gördük:

  1. Devlet dediğimiz senden benden mürekkep bir şey. Sensin devlet, benim. Sen devlet değilsen zaten, ben devlet değilsem, yok olsun öyle devlet. Benim devlet olmadığım devlet batsın yerin dibine.
  2. Devlet biz olduğumuz için yaptığı ve yapmadığı her şey bizi direkt bağlıyor – haliyle bizim yaptığımız ve yapmadığımız her şeyin sonucunu hak ediyoruz.

Gavur ambargo uygular mesela, “hükumetin” yaptığı işler yüzünden “devleti” ve “milleti” cezalandırır. Bunun sebebi işte bu basit çıkarımdır: İnsanlar ya yapılanları beğeniyor, ya da namussuz oldukları için yapılanlara karşı çıkmıyor ve/ya değiştirmiyorlar. Tümü mesuldür, sonucu tümü beraberce hak eder.

Bu bakışın sonucu olarak yazık olan insanlar vardır. Fakat yazık olanlar her zaman azınlıktır. Sadece hükum eden değil, hükum eden önünde namussuz olanların suçluluğu, bence, genel anlamda makul. İnatla “ben insanım, benim onurum var, benim gururum var, benim namusum var” diyenlere yazık. “Ben it değilim, ben insanım” diyenlere, bizim gibilere rağmen insan kalmaya çalışanlara yazık.

Devlet bensem, devlet sensen, devlet bizsek eğer, hadi soralım: Devlet nasıl kutsal olabilir? Ben mi kutsalım, sen mi kutsalsın? Kim kutsadı bu devleti? Allah bile kutsayamaz, bu Allah’ın da üstünde bir şey devlet kutsaldırcılara göre. Kim kutsadı söylesin, valla kızmayacağım?

En fenası: Devlet devlet olduğu için kutsalsa Osmanlı’nın ardından Türkiye’yi çıkaran Atatürk şeytan değil midir – Selçuklu’dan sonra Osmanlı’yı kuran Osman gibi? Hangisiydi kutsal? Selçuklu mu, Osmanlı mı, Türkiye mi?

Kutsanmış olan değişmeye bu kadar açık olabilir mi?

Yıllar Sonrasından Kısa Bir Ek

Okuyan oldu mu bilmiyorum ya, fikrimi bir de doğrudan, dümdüz söyleyeyim ki “halkı isyana mı teşvik ediyorsun” diye soracak, okuduğunu anlamaktan aciz beyinsizler de anlayabilsin dediğimi:

Fransa’da bilmem kaçıncı cumhuriyet var diyoruz ya hani. Benim dediğim “devleti yıkmak” ve yenisini kurmak bu ve bu kadar. Atatürk’ün yaptığından, hatta inanmazsınız Evren veya Erdoğan’ın yaptığından farklı bir şey değil. Elimize taramalı alıp dışın dışın yaparak asker polis öldürelim demiyorum, bir yeri bombalayalım demiyorum. Bu sınırlar içinde, bu devletin yapması gereken şeyler varken yapmıyor ve başka şeyler yapıyorsa bunlardan kurtulalım diyorum. Bunları yapmamızın önünde devletin kutsallığı gibi saçma; “hükumetle devlet ayrı, hükumetin işlerini devlete yamamayın” gibi anlamsız engeller çıkınca “hadi oradan” diyebilelim diyorum. Bu ve bu kadar.