Sabah bir arkadaşım, ihtimal sizin de gördüğünüz şu videoyu paylaştı ve sordu: Siyaset sözde bilimcisi olarak bu konuda ne diyorsun? Ona kısa tarafından verdiğim cevabı biraz daha uzun ve geniş şekilde burada da paylaşmak istedim.
Demokrasinin tarihini Sümer’den başlatabiliyoruz. Bu binlerce yıllık süreci çeşitli dönemlere bölmek de mümkün. Bu yazıda ben sadece diskur kısmına odaklanacağım – yani çeşitli dönemselleştirme yöntemi içinde söylemin dört dönemine bakacağım. Bunu da seçen ve seçilenlerin oluşumuna bakarak yapacağım. Tabi ki söylem bir anda ve kendiliğinden değişmez, o da değişimlere ayak uydurur ve bazen takip eden, bazen de edilen olur. Haliyle dönemselleştirmeyi diskur üzerinden yapacak olsam da demokrasi tarihinin dört dönemi olarak da okuyabilirsiniz bu yazıyı. Bu notlarla hadi başlayalım.
Birinci Dönem: (Doğrudan) Antika Demokrasi
Demokrasi, adını Antik Yunan’dan alıyor, bunu biliyoruz. Dönemin ruhu gereği demos, yani halk olarak tanımlanan kimseler pek kısıtlı: Özgür (yani köle olmayan), şehrin vatandaşı (yani başka şehirden gelmiş veya başka şehrin vatandaşı olmayan), erkek (yani kadın değil), zengin (fakir değil). Dikkatinizi çekmiş olmalı: Bu, bir nevi aristokratın da tanımı. Nitekim Atina aristokrasiden demokrasiye, tıpkı 19. asra dek yaşanan diğer örneklerde de olduğu gibi, aristokratlaşma derdindeki “orta sınıfın” kansız devrimiyle geçiyor.
Bu birinci dönemde karar verme ve uygulama hakkına sahip olan elit kimseler, sen ben gibi it kopuk değil. Dilleri düzgün, halleri tavırları düzgün. Düzgün dediğim, fakir yapınca aldatmak zengin yapınca kaçamak olur ya hani, bu şekilde düzgün. Dahası, bunlar toplum içinde birbirini tanıyan, birbirleriyle yaşayan ve sadece bir sınıf değil aynı zamanda bir grup, bir topluluk, bir zümre oluşturan kesim. Haliyle bunların dilinde, yakın zamandaki tırıvırılığı bulamıyoruz.
Farklı zaman ve mekanlarda bunu buluyoruz. Bu nedenle net ve keskin bir zaman ve mekan sınırı koyamıyorum. MÖ 400’de Atina’da, Ms 1300’de Venedik’te, 1500’de Alçak Diyarlar’da (İng. Netherlands)… bulduğumuz bu tür demokrasi.
İkinci Dönem: Temsili Demokrasi
Temsili demokrasinin doğmasının tek sebebi vardı: Karar alıcılar ve uygulayıcılar bir şehir devleti gibi (görece) küçük bir coğrafyada değil örneğin Roma gibi, İngiltere gibi daha büyük bir coğrafyada meskundular. Haliyle meclisin toplanması gerektiğinde Oxford’dan gelmek kolay olsa da (atıyorum) Southampton’dan gelmek zordu.
Bu coğrafi sorunla beraber bir sorun daha vardı: Karar alıcı ve uygulayıcı olan ekseriyetle (veya bütünüyle) aristokratlar olsa da nüfus, ama o ama bu nedenle artmıştı ve toprak (ve zenginlik) yanında (veya dışında) bir belirleyiciye de ihtiyaç duyuldu. Öncekine kıyasla ikincil bir öneme sahip olsa da belirtmeyi gerekli gördüm.
Daha başka sebepler olsa da en başta bu ikisi yüzünden doğrudan demokrasi temsili demokrasiye döndü, belki dönmek zorunda kaldı. Ve, tekraren, doğrudan demokraside gördüğümüz aristokratların yönetimi böylece devam etti – ta ki üçüncü döneme dek.
Üçüncü Dönem: Orta Sınıfın Yükselişi
Başlıktaki orta sınıf, bugünkü geleneksel ekonomik orta sınıftan ziyade sosyo-kültürel bir orta sınıftan bahsediyor.
Neden orta sınıf yükseldi ve, daha da önemlisi, tıpkı Atina’da olduğu gibi kendini yaratan düzeni korumak yerine onu değiştirmeyi seçti? Bu sorunun bugün standart cevabı, eldeki kurumların onları korumaması nedeniyle kendilerini güvene alma amacında oldukları. Ben bundan farklı bir anlatımda bulunacağım. Kendi tezimdir ve yanlış görülebilir, hocalarım dahi “karşı tezim yok, çürütemiyorum ama yine de katılmıyorum” demişken, yani bilimin en temel prensibine karşı çıkmışken sizin de karşı çıkmanıza şaşırmam((Bu prensip şudur: Bir fikrin varsa onu yanlışlamaya bak. Yanlışlamaya çalıştın ama doğru mu çıktı? Doğrudur – ta ki yanlışlanana dek. Alternatif teorilerden de durumu daha iyi anlatıyorsa o teori ile devam et.)).
Orta sınıf, tıpkı aristokratlar gibi evvela ve ekseriyetle hırsızlık, savaş, korsanlık, yağma gibi yollarla ortaya çıktı. Tarih, eğer ahlaki açıdan bakarsak, “hakkıyla” zenginleşen bir tek kişiyi dahi yazmıyor.
Yani? Orta sınıf, hadi oyun oynayanların anlayacağı bir şekilde örnek verelim, Assassin’s Creed IV: Black Flag’deki gibi ortaya çıkıyor: Oyunda bir korsanız, çeşit çeşit itlik kopukluk yapıyoruz. Oyun içinde kellemiz istenirken sonunda parayı bulup zengin biri olduğumuz zamansa aristokratlar gibi tiyatroya gidiyoruz. İki gün kadın tüccarı diyorlar, üçüncü gün beyefendi.
Toplumda sadece ekonomik sınıflar yok, bununla beraber sosyal (belki daha doğru deyişle sosyokültürel) sınıflar da var. Modern analiz ve anlatımda bu yok sayılıyor ve (neredeyse) sadece ekonomiye, ekonomik sınıflara bakılıyor. Bense sosyokültürel sınıfları da işin içine katarak şu fikri savunuyorum: Orta sınıf ekonomiyle doğdu ve politikten ziyade sosyal sınıf savaşına girdi. Yani konumuz olan politik haklar asıl değil tali kazanımlar oldu, asıl kazanımsa toplumda kabul görüp beyefendi haline gelmekti.
Bu nasıl olurdu? Moore Jr. bunu güzelce anlatmış olsa da aristokrasinin önemini, her şeye rağmen, vermekte eksik kaldığını düşünüyorum. Buna sebep olarak da demokrasinin bu üçüncü evresini gösteriyorum. Açayım:
Üçüncü dönem demokrasisinde değişen temel şey, aristokratlardan fazlasının en azından karar vermede etkin hale gelişi. Britanya’da 1832’de başlayan serüven bu eskinin kadın tüccarlarının beyefendileşmesiydi, bir asırdan kısa sürede neredeyse herkes oy hakkını edindi. Yani karar alma hakkı herkese verildi. Seçme beraberinde seçilme hakkını da getirmiş olsa da seçilen, yani temsil hakkını edinen kimselerin hemen tümü beyefendilerdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası görece uzun bir dönem, mecliste ve kabinelerde hep elitler bulundu. Churchill mesela, aristokrat bir ailenin çocuğu. Öte yandan çift kamaralı sistemde aristokratlar sıradan, kıytırık, para etmez meclisin değil bir üst meclisin üyeleri olduğu için başbakanlık koltuğu elit değil görece elit (avamdan olup okumuş etmiş) kimselerin elinde kaldı.
Bizde de durum benzer. Doğru hatırlıyorsam Adnan Menderes İstiklal Madalyası sahibi ve hukuk okumuş birisi. Hoş, İzmir Amerikan mezunuyken bu ne kadar gerekli, o bile tartışılabilir. İnönü Harbiye, Sülo Teknik Üniversite mezunu. Yani seçme ile seçilme hakkı beraber gelse de başta hemen her zaman daha elit kimseler var.
Bu elitlikse kendi başına önemsiz zira okul okumayla sınıf atlanmıyor. Öte yandan Osmanlı bize bir aristokrat sınıfı bırakmış değil, bu yüzden de elimizdeki en gelişmiş kimseler bunlar. Sonucunu da yaşayıp gördük zaten: 77’de iç savaş çağrısı yapan Sülo, 93’te cumbaba yapılıp taltif edildi.
Diskurun değişmeye başlaması, bizim gibi ülkelerde 60’larda, hatta daha öncesinde başlarken aristokrasisi olan ülkelerde daha sonraya kaldı. Sebebi ikiydi:
Birincisi; öndeki dönemde belli, zengin, eğitimli, geniş bir dünya görüşü olan, daha az kimseye karşı sorumlu ve o kimselerin de geniş ölçüde kendisi gibi olduğu bir zümrenin tekelinde olan haklar şimdi daha geniş, daha az eğitimli ve görgülü, hayatı daha zor, tatmin edilmesi farklı şeylere bakan kimselerin de eline geçti.
Her ülkede seçilmiş kimseler ortalamadan iyi gelire sahip olur, daha fazla imkan önlerine sunulur, daha çok saygı görür… Kısacası beyefendi olup olmamaları önemsiz olmak üzere kendilerine beyefendi gibi davranır. Bir defa bu durum tadıldıktan sonra da kimseler politikacı olur, bu bir meslek halini alır ve tekrar seçilmek için gerekeni yaparlar – haliyle kişisel fayda toplumsal faydanın önüne geçer ve sıradan insan yönlendirilmesi gereken kimseyken yönlendiren kimse haline gelir. Bunun bir yansıması da diskurda bulunur.
İkincisi, büyüyen her şey yozlaşır. Kontrolsüz büyüme de yozlaşmayı üstel bir şekilde hızlandırır. Demokrasi bir anda ve doğal akışının aksine çok hızlı bir şekilde büyüdü. Yolda görseniz selam veremeyeceğiniz, aynı şekilde sizi görse size selam vermeyecek kimseler bir anda yekdiğerinin hayatını etkiler hale geldi. Siyaset, toplumdaki farklılıkları kansız bir şekilde çözme işi. Yani insanlar organik bir şekilde değil zorunluluktan bir arada olduğu sürece kan her zaman dökülebilir bir şey. Tabi medenileştik ve yeni normlara uyum sağladık. Bu yüzden kan azaldı ama onun yerini sözlü savaşlar aldı. Bu ne kadar iyi bir şey, tartışılır.
Demokrasinin üçüncü dönemini kabaca 1832-1998 olarak alabiliriz. Bu çok geniş ve yanlış bir tarihleme, belirttiğim üzere farklı yer ve zamanlarda farklı süreçler gelişti. Fakat en azından bir tane tarihleme yapmak istedim.
Dördüncü Dönem: Akılsızlık Çağı
Sonunda içinde yaşadığımız döneme ulaştık.
Daha önce ne oldu? Kabaca doğrudan demokrasi yerini dolaylı demokrasiye bıraktı, sonra da seçilenler aristokrat olmaktan çıkıp eğitimli kimselere döndü ve sosyokültürel orta sınıf yönetici rolünü almaya başladı. Bu geçişle başlayan bozunum, sosyokültürel alt sınıfın güçlenmesiyle daha da hızlandı ve bugüne geldik.
Diploma nerede diye sorduğunuz zaman cumbabaya hakaretten savcının çayını içtiğiniz Erdoğan görece bir istisna. Kendisinin yakın dostlarından Victor Orban mesela, ELTE ve Oxford mezunu. Bir diğer dostu Putin Leningrad (şimdi St. Petersburg) hukuktan çıkma. Trump bile UPenn’in Wharton’ından diplomalı. Yani bir açıdan bakınca üçüncü dönem devam ediyor. Peki, neden üçüncü dönemle bu dönem farklı? Cevabını verdim ama açayım.
İsa efendimizden sonraki ikinci bin yıl çok hızlı başladı. Birkaç yıl önce tarihin sonunun geldiği ilan edilmişti, dünya artık kapitalist, liberal ve demokrat olacaktı. Çok mutluyduk – fakat herkes mutlu değildi.
Bize, eskinin kazananları gibi olduğumuz zaman onlar gibi olacağımız anlatıldı. Oldu da aslında bu. Türkiye’de Erdoğan ve Babacan kendilerini sebep olarak görse de dünyanın dört yanı, özellikle 11 Eylül sonrası savaşa para yetiştirme derdindeki Amerika’nın trilyar trilyar para basmasından nasiplenerek yeni dünyanın nimetlerinden faydalandı. Fakat bir sorun vardı: Makroekonomik dengeler bozuluyordu. Özellikle bizim gibi olan ülkelerde, doğru, bir zamanlar hayal olarak görülen pilesiteşınlar evlere giriyordu ama memleketin borcu da aynı şekilde artıp duruyordu.
Ne zamana kadar? 2013. Bu tarih, sadece bizde değil dünyada işlerin tekrar değişmeye başladığı tarih. Amerikanya “paralarımı geri toplayıp dayıoğlunun ocağında yakacak, küllerini de okyanusa savuracağım” dedi ve işler değişti. Hem zaten 2008’deki kriz çok ülkeyi sallamıştı, 2013’teki bu olay işin rengini hepten değiştirdi.
Benim insanı okumam görece basit. “Zengin Araplar neden demokrasi istemiyor” sorusu çokça sorulur mesela, cevabının soruda gizli olduğunuysa pek az kimse umursuyor: Çünkü zenginler, ne gereği var? Bahreyn’de, Kuveyt’te, Katar’da, BAE’de… Araplar zaten “aristokratlar”. Paraları var, sosyal statüleri var. Ne gereği var? Demokrasi olacak da ne olacak?
2008’deki sallantıdan sonra 2013’te yıkılmaya başlayan demokrasinin birinci sebebi bu: Paranın (tekrar) çekilmeye başlaması. Ayda iki defa maça gidebilen bir kişi şimdi forma alamıyorsa bir suçlu bulmak zorunda ve aklı biraz başında kimseler, memleketim insanı gibi “Erdoğancı olmayan herkes ya PKK’lı ya Fethullahçı. Zaten dünyayı beş aile yönetiyor, Erdoğan da Allah’ın yeryüzündeki halifesi” demez ve bunlara savaş açmaz. Onun yerine daha ulaşılabilir ve gücü daha denk kimselere bakar. Kimdir bu kimseler? Siyasiler.
Tam burada demokrasinin tırtlaşması başladı. Az önce 1998 dedim, sebebi 1997 Asya krizi ve yansımalarıydı. 2008, hele ki 2013’ten sonraysa sadece bizim gibi tırt ekonomilerde değil, Avrupa’da da, Surilerin oralara gidişinin de etkisiyle, hele ki kıtanın doğusunda kalan ülkelerde demokrasiler sıra sıra kalite (ve kan) kaybetmeye başladı çünkü içeride bir savaş doğdu: Demokratik olduk, bir ara halimiz itten iyi hale de gelir oldu ama yine döndük başa. Bu ne Nutella kavanozu, bu ne Pazartesi diyeti? Siz kimi kandırıyorsunuz kuzum?
Dikkatinizi ceblederim, “demokrasiye karşı olan demokratların” tümü sözde eğitimsiz, özde parasız ve/ya (ama absolüt ama relatif şekilde) fakirleşmiş kimselerden destek buluyor. Türkiye bu konuda yine bir istisna zira Türk insanı istisna: Başka hiçbir ülke halkının “benim iyi olmamdansa onun kötü olması daha önemli” diye tanımlanabildiğini duymadım ben. Haliyle burada “ben ekmeğin arasına bulgur katmaya razıyım, yeter ki o makarnasına salça koyamasın” denmesi genellenesi değil. Dahası, bunu diyenlerin belki yarısının kolpadan bunu demesi de memleketin düşkünlüğünün işaretlerinden. Herhangi bir yere uçmadan gidemeyen adamın bir lokma bir hırka yaşadığına inanan, saray denildiğinde gözleri korkmasın diye adına dümdüz Ak Saray denmiş yere şimdi külliye denilen ortamda bu şekilde beyni alınmış kimselerin herhangi bir genellemeye katılması genellemelere hakaret zaten.
Neyse. Dördüncü dönemin esas aktörleri, hep toplumun bir kesimiyle kavga edenler. İngiltere’de önce May, sonra Boris Johnson mesela – ki bu herifin orada başbakan olması, oraların da ne kadar tıraş yerlere döndüğünü gösteriyor. Rusya’da Putin, 14. Lui gibi “devlet benim, bana laf edenle KGB ilgilenir” diye geziyor. Orban, Erdoğan, Duterte, Rajapaksa, Trump, Modi… Hadi İskandinavlar iyi dayandı. Yakında onlarda da Wilders’ı aratacak biri çıkarsa şaşırmayacağım. Gibi, ve gibi, ve dahi gibi.
Bunların tümünün ortak özelliği, şu üçünden en az birini diyen/yapan kimselerin desteğini almak için bir yandan onların dediklerini, bir yandan da onların demelerini istediği şeyleri demeleri ve/ya yapmaları:
- Bizim tanımımız olsa da dünyada da çokça “ben sürünmeye razıyım, yeter ki onun da b.ktan hale geldiğini göreyim/bileyim” diyen kimseler var. Rövanşizm denen nane işte kısaca.
- “Bak, Viyana’da muhteşem yaşıyorlar. Ben 200 kilometre ötede, Budapeşte’de neden tırt bir hayat yaşıyorum ki?” diye soranlar. Yani relatif olarak kendini aşağı konumlayanlar veya orada olanlar.
- “Dün maça gidiyordum, bugün forma alamıyorum” diyenler. Bunun varyetelerini, aklınıza esen her gelir grubuna uygulayabilirsiniz – zenginlerden ayrı. Onlar için hayat her zaman çok güzel. Ha, aralarından Trump çıkar ve milleti yer, o ayrı.
Burada popülizm denilen şeyden bahsettiğimi düşünebilirsiniz fakat bu yanlış olacak. Aynı şekilde kompetitif otoriteryenizmden de bahsetmiyorum. Ben; Erdoğan, Trump, Putin, Orban gibi isimlerin dümdüz otoriteryen fakat cesur değil korkak kimseler olduğunu düşünüyorum. Yoksa, bir insan neden yurt dışına para taşısın. Değil mi?
Hülasa
Dördüncü dönem çok sürmeyecek. Süremez de zaten. En fazla 2013’te başladı, 20 senelik ömrü var yok. Peki, sonra nereye gideceğiz? Bilmiyorum ya, işaretler pek iyi değil. Bizde sağcılara bile liboş filan diyen ve Erdoğan’a dahi rahmet okutacak kimseler güçleniyor şimdi – ve devletin aldığı hal de ortada. Sonunda biz nereye gidersek dünya da oraya gidecekmiş gibi geliyor – yani ya bu sene, ya önümüzdeki sene (eğer yapılırsa) yapılacak olan seçimler, bir nevi dünyanın geleceğini de gösterecek. Hayırlısı derdim ya, bunca senedir hayırlı ne gördük ki şimdi görelim?