İhtimal sizin de katıldığınız, çokça dillendirilen iki yanlıştan kısaca bahsetmek istiyorum bugün:
- CHP Atatürk’ün partisidir.
- Altı ok Atatürk’ün mirasıdır.
Çok kısa kesmeyi umuyorum ve dilerim başarabilirim.
Atatürk’ün Partisi
CHP Atatürk’ün partisi değildir. Eğer çok dilerseniz CHP’nin (ölüp ölmediğini dahi bilmediğim ve kendisinden bayağı nefret ettiğim) Deniz Baykal’ın partisi olduğunu söyleyebilirsiniz fakat Atatürk’ün partisi olduğunu söyleyemezsiniz.
Neden?
Çünkü CHP 1980’de darbeden sonra kapatılmıştır.
Şimdi çok kısaca tarihe bakalım: 11 Eylül 1923’te Halk Fırkası kuruldu, bir seneden az fazla zaman sonra da partinin adı Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değişti. Ancak 1935’te partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi halini aldı. Bunların tümü Atatürk dönemi malumunuz.
1946 seçimlerindeki kapalı tasniften sonra 1950’de DP iktidarı devraldı, “paşam bunlara iktidar bırakılır mı” diyenlere rağmen – ki bunların içinde askerler de vardı, İnönü koltuğu devretti ve muhalefete geçti. 1960’ta Menderes dönemi son buldu. Bu dönemde (bildiğim kadarıyla) kapatılan tek parti DP oldu. CHP, başında İnönü olmak üzere varlığını sürdürdü.
İnönü, son defa 1.5 yıldan az bir süreliğine, 1965’in başında biten bir azınlık hükumetinin başında bulundu. 1965 seçimlerine giderken İnönü ortanın solu dedi, CHP’yi buraya yerleştirdi. Sülo da durur mu, “İnönü de kominik olmuş” diye bastırıp memlekette para eden din ve millet ikilisine oynayıp İnönü’yü indirdi. %53 oy almış, parlementoda çoğunluğu sağlamış, cumhuriyetin kurucularından İnönü’yü tıpkı Menderes gibi memleket düşmanı gibi göstermiş… Sülo, bu yaptıklarının sonucunda cumhurbaşkanlığıyla taltif dahi edildi – ama bu başka bir yazının konusu.
1971’de muhtıra verildi; 1972’de, sabahında Denizlerin asıldığı 6 Mayıs’ta, önceki gün kalp krizi geçirmiş İnönü ile Ecevit karşı karşıya geldi. Sonra da Ecevit CHP’nin başına geçti ve İnönü’nün parti genel başkanlığı böylece son buldu.
73 seçimlerinde Ecevit’in CHP’si birinci parti olduysa da Sülo gibi tek başına çoğunluğu sağlayamadı. O oldu bu oldu, buraları geçelim, 1980’e geldik ve 1980’de, İnönü’nün 1973’te aramızdan ayrılmasının da etkisiyle, Netekim Paşa tüm partileri kapattı – CHP dahil.
Parti kapansa da, Türk siyasetinin bir geleneği olarak, başka isimler altında bir şekilde devam etmeye çalıştı. SHP oldu, SODEP oldu, şu oldu bu oldu derken 9 Eylül 1992’de, hareketli zamanların ardından parti yeniden açıldı ve genel başkan olarak Deniz Baykal seçildi. 1979’daki son kongrede GYK’da bulunan Altan Öymen, Celal Doğan gibi kimseler “CHP geri geliyor” dedikten sonra buna kim karşı çıkabilirdi ki zaten?
Fakat bir sorun vardı: Ne Erdal İnönü, ne Bülent Ecevit Baykal’ın CHP’sine sıcak baktı. Erdal İnönü SHP’de kaldı, Ecevit de DSP’de. CHP, tamam, tekrar kurulmuştu ama bir önceki genel başkanı da yoktu, Milli Şef’in siyasetteki (bildiğim kadarıyla) tek çocuğu da bu partiye yanaşmamıştı bile. Yani, evet, ismi ve amblemi aynıydı ama bu parti başka bir partiydi işte. 1995’te SHP CHP’yle CHP çatısı altında birleşti, bu arada İnönü siyasetten “emekli oldu”. Ve elimizde Baykal’ın kurduğu, kendi yavrusu olan bir CHP oldu.
Hülasa, evet bir CHP vardır. Bunun cismi önceki CHP’ye de benzer fakat bu parti başka bir partidir. Bu, Baykal’ın partisidir. Sağda solda “Atatürk’ün partisi” diye boşuna gezmeye gerek yok. Atatürk’ün CHP’sinin defteri, 1980’de o günlerdeki “en Atatürkçü” Evren tarafından dürülmüştür.
Atatürk’ün Mirası Altı Ok
Teslis (baba-oğul-kutsal ruh), İslam’ın beş şartı, üçlü güçler ayrılığı (yasama-yürütme-yargı)… Küçük sayılar güzeldir. Kimi sayılarsa kendi içinde güzeldir – cehennemin yedi ama cennetin sekiz katı (en küçük saçma sayı ve 23), on iki imam/havari (1-2-3-4-6’ya bölünen en küçük sayı. Sonraki güzel sayılar 30, 60 ve 360)…
1923’te ilkin dokuz umde bizzat Atatürk eliyle yazıldı. Burada gelecek cumhuriyeti de müjdeleyen kimi şeyler bildirildi: Egemenlik ulusundur, tevhid-i tedrisat gerçekleştirilecektir, meclisin üstünde bir güç yoktur, saltanat ilga edilmiştir ve geri getirilemez, her türlü özgürlüğün sağlanması esastır…
Nutuk’un okunduğu 1927’de parti tüzüğüne evvela cumhuriyetçilik, halkçılık ve milliyetçilik yazıldı. Bunlar gayet tutarlıydı: Yeni kurulmuş bir memlekete kimlik veriliyordu ve bu kimlikte saltanat/monarşi reddediliyor (cumhuriyet), oligarşi ve sınıflar reddediliyor (halkçılık), ulus-devletler çağının gereği olarak da temele millet konuyordu (milliyetçilik). Nitekim, CHP’nin sitesinde yazıldığına göre, “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve menşeden olursa olsun Türk’tür” denmişti (kaynak için buradan)- ki bu, Atatürk’ün aklında Fransız tipi bir vatandaşlık ve millyet tanımı olduğunu gösteriyor.
Biraz sonra, 1931’deki kongreyle tüzüğe (ve parti programına) bu üçünün yanına laiklik, devletçilik ve inkılapçılık eklendi. Üçerden toplam altı ok da böylece bulunmuş oldu. Özel teşebbüsten ziyade (bence o dönemde ve büyük ölçüde haklı olarak) devlet eliyle ekonomik atılıma girişildiği için devletçi, Müslümanların modern dünyaya uyum sağlayamadıkları defalarca görüldüğü için onları durduramasa da en azından etkilerini azaltacak veya yavaşlatacak şekilde laik ve o güne dek yapılmış tevhid-i tedrisattan şapka inkılabına tüm reformların korunması amacıyla inkılapçı bir parti karşımızdaydı.
1937’de bu “altı ok” anayasaya eklendi:
Türkiye devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçedir. Makarrı (başkenti) Ankara şehridir.
Peki, sonra? 1960 oldu, Menderes indirildi ve yeni anayasa yazıldı. Bu yeni anayasada bu altı maddeyi buluyor muyuz? Buyrun, açıp kendiniz bakıp söyleyin: Buluyor muyuz?
Bu noktada şu üçünden birini kabul etmemiz gerekli:
- İnönü Cexap’lı filan herhalde zira kendisinin de bulunduğu dönemde ve yerde anayasada “sadece” cumhuriyetçilik, laiklik ve halkçılık kalmış; milliyetçilik, devletçilik ve inkılapçılıksa anayasadan çıkmıştır.
- 1960’la Türkiye artık Atatürk’ten ayrılmıştır.
- Altı ok o kadar da her döneme hitap eden bir şey değildir, her dönemin kendi ihtiyaçları vardır.
Ben üçüncü maddeden tarafgirim. Nitekim Atatürk de bunu daha önceleri söylemiştir (kaynak burada):
İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
Bak bak, Atatürk’e bak. Atatürkçü değilse demek. Hatta bakın, nasıl daha da ileri gitmiş:
Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
Burada kastım bittabi “bunları tümüyle bırakalım” değil. Aksine: Atatürk’ün aklındakini okumaya çalışmamız lazım, yaptıklarını tekrar etmemiz değil. Yoksa “peygamber deveye binerken sen neden arabaya biniyorsun” diye sorduğum(uz) kimselerden bir farkım(ız)ın kalmayacağına imanım katidir.
Daha ilginç olansa şudur: 1924 anayasasında değiştirilemez hükümler yoktur. 1961 anayasasında sadece ülkenin cumhuriyet olduğu değiştirilemez denmiştir, 1982’deyse ünlü ilk dört madde değiştirilemez notuyla yazılmıştır.
Atatürk, memleketin ihtiyacı neyse onu yapmanın gerekli olduğunu bilen ve söyleyen, “mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor” diyerek aslolanın güne prensiplerle uyum sağlamanın olduğunu söylemiş. Hadi burada soralım: Bugün yaşayan Atatürk devletçi olur muydu? Pek sanmıyorum. Bunu, cıvık bir liberal kafayla söylemediğimi, sitedeki diğer yazılara biraz bakarsanız anlarsınız – anlamazsanız da sizin zekanızın yetersizliğinin sorumlusu ben değilim. Atatürk, köylü bir memlekette, hele ki kapitalin ancak gayrımüslimler elinde toplanmış olduğu bir zamanda devletçi olmak zorundaydı. O gün onu yapmalıydı ve yaptı. Bugün, babalar gibi satan Unakıtan olmaya da, eğitimi dahi özelleştirmeden tarafgir Cem Toker olmaya da gerek olmaksızın “her şeyi devlet yapsın” dememize gerek yok mesela.
Öte yandan, bu da ne kadar zavallı olduğumuzun göstergesi olsun ve bitireyim: Halkçılık peşinde koşanların “ibneler protestolara katılmasın” diye gezmesi komediden başka ne olabilir?
Hülasa
Altı ok, tablete kazınmış on emir değil – tıpkı CHP’nin Atatürk’ün kurduğu parti olmadığı gibi. Baykal’ın CHP’siyle bugünkü ANAP’laşmaya çalışan ve bunu eline yüzüne bulaştıran Kılıçdaroğlu CHP’si nasıl farklı, 1930’ların ihtiyaçlarıyla 2020’lerin ihtiyaçları da farklı. 1934’te kadınlar bila kayd-u şart seçme ve seçilme hakkına kavuştu mesela. 1924 anayasasında bunun adı dahi geçmiyordu fakat yapıldı. Çağın ruhu buydu, buna uyuldu. Bugünkü ihtiyaçlarımız da o günkülerden farklı.
Atatürk benim için neredeyse kutsal olan birisi ve bunun sebebini yukarıda kendisinden alıntılayarak söyledim. Alıntıyı tekrarla bu yazıyı kapatmak istiyorum:
Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.