Çeşitli kereler parçalı olarak bahsettiğim bilimsel yöntemi (veya bilimsel metodu) ayrı bir başlıkta, ileride anmam gerektiğinde referans verip geçebilmek için kısaca işlemek istedim. Sitedeki diğer yazıların aksine bu başlıkta sadece sosyal bilimler öğrencilerine değil tüm öğrencilere (ve tabi ki konuyla ilgili tüm kimselere) hitap ediyor olacağım. Yani (örneğin) fizik okuyorsanız bu yazıdaki bilgileri zaten biliyorsunuzdur veya bilmeniz gerekir ya, yine de sizin de işinize yarayacaktır.
Dört başlıkta konuya bakacağım: Önce tümdengelim ve tümevarımdan bahsedeceğim. Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi (falsifiability) ve Kuhn’un paradigma kayması (paradigm shift) sonraki iki başlığı oluştururken sonuncuda ben gibi sosyal bilimciler için bilimsel yöntemin kısıtlarından bahsedeceğim. Başlayalım.
Tümdengelim ve Tümevarım
İnsanın rasyonel, yani aklını kullanıp şeyler arasında kıyaslama yapabilen ve bunlar arasındaki bağıntıyı çözebilen bir varlık olduğu varsayılır. Akılsa iki türlü kullanılabilir: Tümdengelimle ve tümevarımla.
Tümdengelim (deduction), (bundan sonra varsayım diyeceğim) bir teoriyi doğru olarak alarak işe başlar. Bu varsayımı doğru olarak aldıktan sonra varsayım üzerine bir hipotez geliştirir. Geliştirilen hipotezden sonra gözlem yapılır ve sonunda varsayım ekseriyetle doğrulanır, kimi zamansa yanlışlanır. Varsayım doğrulanmışsa sorun yoktur fakat varsayım yanlışlanmışsa hipoteze geri dönülür ve değiştirilir, ardından tekrar gözlem yapılır – ta ki varsayım doğrulanana dek.
Tümevarımdaysa (induction) elimizde bir varsayım yoktur ve her şey gözlemle başlar. Gözlemler arasındaki yapılar/motifler/paternler bulunmaya çalışılır. Bu motifler bulunduğunda elimizde bir hipotez oluşur. Ardından bu hipotez tekrar test edilir. Eğer sonraki testlerde hipotez başarılı olmuşsa buradan bir teori çıkar, eğer başarısız olmuşsa hipotez değiştirilir ve tekrar teste tabi tutulur – ta ki doğrulanana dek.
Şu notla açayım: Evet, sıfır bilgiyle bilim yapamayız – yani baştan elimizde belli bilgiler bulunur. “Türkiye demokrasi midir” diye sorduğumuzda mesela, Türkiye’den ve demokrasiden haberdarızdır. Yani sıfırdan “Türkiye ne, demorasi ne ayak, demokrasiden başka neler var, Türkiye’den başka kimler var” diye sormuyoruz. Bu yüzden tümevarımda andığımız gözlemle tümdengelimde andığımız gözlem farklı, bu birincisi. İkincisi, bildiğimiz/i varsaydığımız şeyleri de sorgulayabiliriz, hatta sorgulamalıyız ve buna birazdan geleceğiz.
Tümdengelim, yapısı gereği sorunludur: Sonda bulmamız gereken teori daha en baştan elimizdedir. Bunun en güzel örneği Allah/tanrı fikridir. “Allah kadir-i mutlaktır” bir teoridir/varsayımdır. Bu varsayımdan sonra hipotez geliştiririz: Depremler oluyor, bunun Allah’la bir ilgisi olmalı. Ne olabilir? Evet, deprem Allah’ın insanlara uyarısı, hatta kızgınlığı sonucu verdiği cezasıdır. Hipotezi böylece bulduktan sonra sıra gözleme gelir: Deprem olan yerlerde günahkarlar, Allah’ı/tanrıyı kızdıranlar var mı? Var. Tamam. Demek ki hipotezimiz doğru. Hipotezimiz doğruysa teorimiz de zaten doğru: Allah var ve depremler insanlara ceza olarak var.
Tümevarımdaysa daha çocuk kafalıyız. Tamam, anamıza babamıza “parke ne” diye sormuyoruz ama başka türlü çalışıyoruz: Şimşekler var, neden var? Şimşek nasıl oluşur? Bilmem nasıl oluşur. Bilmediğimizden izlemeye başlıyoruz şimşekleri. Sonra manyak olduğumuzdan uçurtma uçuruyoruz yağmurlu havada, o arada ucuna da metal bir anahtar takıyoruz. Neden? Çünkü diyoruz ki “şimşeği yerde çeken bir şeyler olmalı. Metal bunlardan biri olabilir”. Bir de bakıyoruz ki şimşek bizim uçurtmayı yakmış, çünkü metal şimşeği çekmiş. Hop, elimizde bir patern oldu. Deniyoruz başka zaman, yine aynısı oluyor. Buradan bir hipotez, sonra hipotezler serisi derken teoriye ulaşıyoruz. Sonra bizden daha manyaklar çıkıyor, elektrik alan formülü derken coşuyorlar da coşuyorlar.
Gördüğünüz üzere tümdengelim sıkıntılı. Nitekim modern bilimde kenara itilmiş durumda. Bilimsel metot, tümevarımla çalışmamız gerektiğini söylüyor. Bunu toparlayalım:
Bilimsel yöntemde tümevarımla elimizdeki (kısıtlı) bilgiyi kullanarak gözlem yaparız. Sonra bu gözlemlerimizi bir araya getirip bir motif, bir desen ararız. Bu deseni bulduktan sonra bir hipotez geliştirir ve onu doğru olup olmadığına bakarız. Doğruysa sonunda teorimize ulaşırız.
Peki, hipotezin doğru olup olmadığına nasıl bakacağız?
Popper ve Yanlışlanabilirlik İlkesi
Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesi bize iki şey söylüyor:
İlk olarak amcamız diyor ki bilimsel bilgi doğrulanabilen değil yanlışlanabilen bilgidir. Yani no yanlışlanabilirlik, no bilim. Bunu deme sebebi de iki: Birincisi, tümdengelime karşı tümevarımı “savunmak”. Tümdengelimde, hatırlayın daha şimdi okuduk, teorimiz var ve sonra gözlem yapıyoruz. O ki teorimiz var, gözlemi neden yaparız? Doğrulamak için. Hipotez değil bu nihayetinde. Popır amcamız işte, “ya sen ne ayak” diye soruyor. “Teoriyi baştan yaparsan onun yanlışlanabileceği bile şüpheli. İlla doğrulanacak şeyle bilim mi olur” diye atarlanıyor. “Önce o eli bir indir” diyor ama sözüne kulak da veriyoruz. İkinci olarak da bu ilkeyle Popır amca “tanrı fikrini kafanızdan atın çünkü onu yanlışlamak imkansızdır” diyor. Tümü doğru olsun – tanrılar seti içinde sadece Allah var olsun, o gerçekten kızıyor olsun, kızdığında deprem yapıyor olsun… Bizim bunu doğrulama, beş duyumuz ve elimizde olan ve olacak alet edevatla kanıtlama ihtimalimiz var mı? Yok. Bitti. Demek ki Allah’ın/tanrının bilimsel yöntemde işi yok.
İkinci ve daha önemli olarak Popır şunu diyor: Hipotez geliştirdiniz ya? Onu doğrulamaya değil yanlışlamaya çalışın. Hipotezinizi doğrulamak için mantıklı mantıksız tonla şey bulabilirsiniz fakat yanlışlamaya çalışırsanız işin rengi değişir. Yanlışlayabildiniz mi? Motiflere tekrar bakıp ona göre hipotezinizi geliştirin ve tekrar yanlışlamaya çalışın. Yanlışlanmadı mı? Güzel. Artık teoriniz elinizde.
Fakat unutmayın: Bu teori sürekli yanlışlanmaya çalışılacak ve bir gün yanlışlandığında teoriniz çöp olacak. Bu nedenle modern bilimde “bu doğrudur” demiyorlar/demiyoruz, “bu henüz yanlışlanmadı” diyorlar/diyoruz. Bu, herhangi bir teorinin illa ki bir gün yanlışlanacağı anlamına gelmiyor. Bu, yanlışlamaya sürekli çalışacağımız ve teorimizin sürekli test edileceği anlamına geliyor. 1+1 = 2 gibi temel aksiyomlar dahi sorgulanırken kimilerince, hangi teori bundan azade olabilir ki zaten?
Peki, yanlışlanabilir olsun ve doğrulamaya değil yanlışlamaya çalışalım dedik. Tutalım ki uzun süre doğru olan bir teori de var elimizde. Bir gün geldi, yanlışlandı. Ne olacak?
Ne olacak, paradigma kayacak.
Kuhn ve Paradigma Kayması
Kuhn amcamız diyor ki bilim hep üstüne koyarak ilerler. Newton mesela, kafasına düşen elmayla yerçekimini bulur, Allah’ın kıytırık elmasına bakıp gezegenlerin hareketini matematiğe döker. Benim için hayal gibi bir şey. Resmen büyü. Ama gerçek.
Fakat İsa efendimizden bin sekiz yüz küsur sene, Nivtın’dansa yüz elli – yüz altmış sene sonra bir dizi manyak “ya hacı, görelilik var sanki” diyor, deneyler yapmaya başlıyorlar. O oluyor bu oluyor, birden üç boyutlu evrenden dört boyutlu evrene geçiyoruz: En, boy ve yüksekliğin yanına zaman, (en azından şu anlık) sadece tek yönlü hareket edebildiğimiz bir boyut olarak fizikte yerini alıyor.
Hikaye tabi burada bitmiyor. “Arabada dört, evde on dört” diyenler çıkıyor ve bir dizi hipotez daha ortaya atılıyor. Henüz kanıtlanmış olmasa da sicim teorisi, bu sosyal sözde bilimci halimle hatırladığım kadarıyla, “on dört değilse de on bir boyutlu bir evrende yaşıyoruz ve sadece dört boyutu algılayabiliyoruz” diyor. Bu, benim aklımın sınırlarının çok dışında bir konu, haliyle mevzuya vakıf da değilim. Keşke olsaydım da burada uzun uzun anlatsaydım.
Kuhn, “bilim üstüne koyarak ilerler” diyerek başladığı cümlesini sürdürüyor: Bir zaman gelir, elimizdeki paradigma (bakış yöntemi, algı, düşünce biçimi, araştırma yöntemi…) bize yetmez. Bilimsel ilerleme yavaşlar, hatta durur. Bu zamanlarda bu paradigmayı başka paradigmayla değiştirmemiz gerekir. Bu yeni paradigmayla bilimsel ilerleme tekrar rayına oturur.
Yani? Newton fiziği fizikçilere yetmemiş ki Aynştayn fiziği çıkmış. Sonra o da yetmeyince daha da çok boyutlu evren modelleri var bugün. Gerçekçi olursak kağıt üzerinde kanıtlamanın ötesine geçmek imkansız çünkü üç artı bir boyutu algılayacak kapasiteye sahibiz. Fakat, kağıt üzerinde de olsa kanıtlandığı zaman on bir boyutlu, belki daha fazla boyutlu bir evrende yaşadığımızı öğreneceğiz. Newton’ın paradigması bunu anlamamıza yetmiyor(muş). Bu yüzden paradigma kaymış ve bilim ilerlemiş.
Çok özetle bilimsel metot bu şekilde. Özetleyelim:
- Tümevarımcı ol. Gözlemle, bunlardan motifler çıkar, motifler arasında bağıntılar bulup yanlışlanabilir bir hipotez geliştir.
- Bu hipotezi önce doğrulamaya bak ki üstünde çalışmaya değer olup olmadığını anla. Doğruladın mı? Sonra yanlışlamaya başla. Eğer bildiğin tüm yöntemlerle yanlışlayamadıysan teorine ulaştın demektir.
- Elindeki araçlar, yöntemler, bilgi… Yetmiyor mu? Paradigma kaymasının vakti gelmiş demektir. Yepisyeni bir şeyler ara.
Sosyal Sözde Bilimlerinin Kısıtları
Aslında çok şeyden bahsetmeyi düşündüm ama ikisi yeterli gibi.
Galileo’nun söylediği(ni sandığımız) bir söz var: Ölçülebilir her şeyi ölç, ölçülemeyen şeyleri ölçülebilir hale getir. Teoride güzel bir söz olsa da pratikte bayağı sorunlu olduğu açık.
Sosyal bilimlerde temel sorunumuz ölçülemezlik. Benim bir demokrasi kalite endeksim var mesela, kendime saklıyorum birkaç zamandır. Bir dizi soruyla toplumun kendine bakışını anlamaya çalışıyorum. Sorduğum soruların ikisi sıraya geçme kültürüyle alakalı: İnsanlar sıraya mı giriyor yoksa kaynak yapmaya mı çalışıyor? Otobüs sırasıysa mesela, otobüs geldiğinde arkadan itiliyor musunuz yoksa herkes bekliyor mu?
Bunlar ölçülebilir değil. Dahası, şehirden şehire, saatten saate değişkenlik gösterir. Anketin yeterli sayıda kimse tarafından doldurulması durumunda genel bir fikrim olur mesela, fakat yine de güvenilir bir ölçüm olmaz bu. Sonuçları doğru yorumlayacak bir modele ihtiyacım da var. Tamam, kendimce bir model yaptım ama dünyanın en muhteşem modelini dahi yapsam tüm modellerdeki ortak sorundan kurtulma şansım yok: Modeller dünyayı değil modelleyenin algıladığı dünyayı açıklar.
İkinci sorun ilkini daha da çıkmaza sokuyor. Bir hikaye okumuştum. Laboratuvarda fizikçiler bir deney yapıyorlar, sonuçlarını kaydediyorlar filan. Sonra başka yerde aynı deney tekrarlanıyor ama sonuçlar farklı çıkıyor. Herifler her şeyi gözden geçiriyorlar, kayıt doğru. Tekrar yapıyorlar deneyi, sonuç aynı. Nasıl oluyor da başka yerde sonuç farklı oluyor? Çünkü birisi denizin bilmem kaç kilometre yukarısında bir yerde yapmış deneyi, diğeri deniz seviyesinde, yerçekimi de bir şekilde etkiliymiş artık nasıl oluyorsa, o da sonuçları farklı kılmış.
Fizikte dahi işler böyle karışabilirken bizim sözde bilimlerde, uf, durumlar çok fena. Adamlar en azından yerçekimini göz önüne alıp mevzuyu kotarıyorlar, bizimse göz önüne almamız gereken trilyarlarca değişken var ve toplum öylesi bir organizma ki neyin neye neden sebep olduğunu anlamak bazen imkansız. Ben mesela, sosyoloji ve siyaset formasyonu aldım. Sosyal psikoloji de çalıştım, psikoloji de. Bana kadar mitolojiden, hele ki İslam’dan da anlarım, “bunların hiçbiri Müslüman değil lan” diyecek kadar memleket tarikatlerinin kapısının ucundan geçip içeri göz de attım. Gel gelelim kimse beni erin kafasını kesenlerin gazilik maaşı alıp kahraman olarak anılacaklarına inandıramazdı. Bunu öngörebilmiş olanlara selam ve helal olsun.
Diyeceğim, değişken o kadar çok ve yapı o kadar kompleks ki hiçbir zaman net bir resim koyma/görme imkanımız da yok, tamamen doğru ve düzgün bir analiz yapabilme imkanımız da. Vaktinde özellikle mühendisler olmak üzere “sayısalcılar” sosyal konulara girdi mi mevzuya mühendis kafasıyla bakıyorlar ama kazın ayağı öyle değil dedim diye okumuş adam düşmanı mı denmedim, kıskanç mı yoksa ad hominemci mi olmadım? Halbuki bu kadar basit bir şey dedim: Yerçekimini hesaba katmayı fizikçi/mühendis düşünebilir. Ben neyi hesaba katıp er katilinin kahramanlığının normalliğini anlayıp anlatacağım?
Ölçülemezlik ve ilişkilerin yapısı, sınırları ve yönlerinin bilinememesi, sosyal sözde bilimlerinin gerçek bilimler gibi çalışamamasına sebep oluyor. Ölçemiyor, bir şekilde ölçtüğümüzü sandığımız şeylerde de bağıntıların tümünü bulamıyor olduğumuz için de bizimkiler sözde bilim olurken matematik, fizik, biyoloji filan özde bilim oluyor – ve bu yapısal sorun nedeniyle bizim gerçek bilimci olma ihtimalimiz asla yok. Fakat üzülmeyin! Formasyonları gereği zihinleri daha mekanik ve daha kesin prosesler arayan mühendisler de sosyal sözde bilimci olamaz. Hoş, sözde bilimci olacağınıza özde bilimci olun daha iyi ya, teselli arayan da bunda bulsun işte.