Bugün “18 Mart Türkiye Çanakkale’de ölenleri bir günlüğüne lafla anıp geçme günü”. En azından TRT, şıkır şıkır giyinmiş hanende ve sazendeleriyle bir anma merasimi gerçekleştirecektir. Orada da Mehmet Akif’in, Türk şiirinin zirvelerinden biri olan ve Asım’ın içinde ayrı bir bölüm olan, Çanakkale Şehitlerine diye başlayan kısımdan bir beyit veya daha fazlası muhakkak anılacaktır. Gelin biz, içi bomboş olan ve şekilden başka amacı olmayan bu anmalar yerine başka bir iş yapalım ve Akif’in Asım’ına kısaca bakıp anlattığı Asım’ın neslinin bir örneğini bulabilir miyiz, buna bakalım.
Asım: Giriş ve Genel Bilgi
Asım’ı (dahi) okuyan pek az, ondan önce genel bir girişle başlayalım: Asım bir manzume. Yani Akif, bir hikayeyi şiirleştirerek anlatıyor. Buradan, Diyanet’in sitesinden Asım’ı okuyabilirsiniz.
Hikayede iki ana kahraman var. Bunların ilki Köse İmam. Aksi, kendi deyişiyle mürteci, gelecekten umutsuz bir adam. Diğeri Hocazade (Mehmet Akif’in kendisi), Köse’nin aksine gelecekten umutlu.
Her iki kahramanımız da Müslüman ve dereceleri farklı olmak üzere İslamcı. Köse, mürtecilik seviyesinde her şeyi dinle çözme gayretinde bir isim. Hocazade ise dinin yanına tekniği (bilimi) de koyuyor, her şeyi dinde bırakmayıp ötesine de geçiyor. Aralarındaki bu temel ve basit fark yüzündense hikaye, bu ikisinin konuşmaları olarak tanımlanabileceği gibi ve kadar tartışmaları olarak da tanımlanabilir. Köse, anlatılarında daha bir sert ve ters gitse de Akif alttan alır. Bu uzun süre böyle devam eder – ta ki Çanakkale’ye gelene dek.
Kitap, memleketin durumunun hasbihaliyle başlar. Ülkenin ne kadar kötü durumda olduğunu konuşurlar. Her ikisi de Abdülhamit muhalifi olan bu iki isimden Köse, İttihatçılardan, Akif’e kıyasla, daha fazla şikayetçidir. Evet, ikisi de bugünkü durumdan muzdariptir fakat Akif “bize zerrece umut veren olmadı” derken Köse “sanki siz çok iyisiniz” diye cevap verir. Akif kendi kendini arada kalmış biri olarak niteler – ki seneler sonra Türkiye’den bezerek Mısır’a gidişi ve orada “bunlar insan bile değil” deyip Türkiye’ye dönüşü de bu açıdan ilgi çekicidir.
Burada sadece nesil farkının doğurduğu bir sıkıntı yok. Metinde Akif’in de dediği üzere, Cihan Harbi yılları ve 1918 Fatih Yangınından evvel geçiyor bu konuşma. Akif, “hadi Abdülhamit devrini de geç. Öncesi neydi ki sanki” diyor, Köse ise “iyi de o zaman mektep için medreseyi hepten kenara atmanıza gerek yoktu” diye cevap veriyor. Andığım basit fark, bugün de yaşadığımız üzere, çok büyük ayrılıklara yol açıyor.
Bu hızlı ve aslını anlatmaktan çok uzak özette ne kadar giriş yapabildim bilmiyorum. Eğer okumadıysanız muhakkak ve muhakkak okumanızı tavsiye ediyorum. Akif’in neden Pir Sultan gibi, Karacaoğlan gibi, Yunus Emre gibi Türk şiirinin zirvelerinden biri olduğunu olanca açıklığı ve çıplaklığıyla görürsünüz.
Asım: Gelişme
Ülkenin halini konuştuktan, halkın halini konuştuktan sonra sıra kahramanlarımızın çocuklarını konuşmaya gelir. Asım, Köse’nin oğludur. Yiğittir, merttir. Düzeni kurmak için kavgadan dövüşten sakınmaz. Köse için kendisinin kavgacılığı sorundur. Akif içinse durum çok farklıdır:
Boynu dehşetli, evet, beyni de lakin zinde;
Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.
Asım, Akif için, örnek bir insandır: Kavgacıdır belki, evet, fakat kavgası zevk için değildir. Haksızlık karşısında duramaz. Kafası çalışır Asım’ın. Kalbinde imanı vardır, beyninde teknik. Kavgası, ikisini tevhit edip memlekette düzenin varlığı içindir. Akif över bunu:
Hâlik’in namütenahi adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!
…
Bir adam dursa da bir zalim imamın yüzüne,
Adli emretse, bu zalim de onun hak sözüne,
İnkıyad eyleyecek yerde tutup kıysa ona,
O mücahid yazılır ta şühedanın başına.
Hamza’dan sonra gelen şanlı şehid ancak odur.
Hak için can verenin payesi elbet bu olur.
Hakkı bir zalime ihtâr, o ne şahane cihad!
“En büyüktür” dedi Peygamber-i pakize-nihad.
Akif, Köse’nin aksine, gelecekten umutludur. O geleceği inşa edecek olan da Asım ve Asım’ın neslidir. O nesil imanlıdır, o nesil haktan yanadır, o nesil tekniği bilir, o nesil her iki cihan için çalışır. Zaten İslam bu dünya için değil midir? Köse’nin savundukları, Müslümanların bugünkü haline sebeptir. Gelmekte olan nesilse başkadır.
Hikaye bu yöne kayarken Çanakkale şehitlerine atfedilen kısmın hemen öncesinde muhteşem bir bölüm vardır – ki bence ardındaki şiiri anlamlı kılmak için bu kısmı okumak farz-ı ayndır:
– Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen;
Bu rezâlet beni me’yûs ediyor âtîden.
Hâle baktıkça adam kahroluyor, elde değil;
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?
– Âsım’ın nesli, Hocam.
– Nerde!
– Hayır, haksızsın!
Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın?
– Âsım’ın nesli… diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!
– Âsım’ın nesline münkâd olacak istikbâl.
Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene;
Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.
– Ne kehânet bu?
– Bilirsin ki değil mu’tâdım.
– Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım?
– Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,
Cepheden cepheye arslan gibi hiç durmayarak.
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;
Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle!
Cephenin her biri bir kıt’ada, etrâfı deniz;
Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.
Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,
Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sînâ’yı!
Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun…
Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.
Normalde sadece bu kadarı dahi yeterli iken Akif burada kesmez, aksine başlar. “O kadar kolay bir şeyse seni görelim” dedikten sonra o çocukların yaptıklarını anlatır – ki bu, ünlü “şu Boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi” diye başlayan kısımdır((TYB’nin sitesindeki şu kitapta bulamadım ya, şöyle bir şey hatırlıyorum: Akif, bu kısmın başına, sonradan el yazısıyla “Çanakkale şehitlerine” notunu düşüyor. Kitabın, kitaba göre (bizim rakamlarla) 161. sayfasına bakabilirsiniz, tam oraya.)).
Asım: Çanakkale Şehitlerine
Burada bu şiiri, bir mısra atlanarak da olsa, en güzel okumuş olan Heredot Cevdet’e, nam-ı diğer Hasan Kaçan’a sözü bırakıyorum:
Her bir beyit diğerinden daha güçlü olsa da fevkaladenin fevkindeki üç beyiti anmadan devam edemiyorum:
Asım’ın nesli, diyordum ya, nesilmiş, gerçek.
İşte, çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!
…
Herc-ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab,
Seni ancak ebediyetler eder istiab.
…
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor[note]Kimi yerlerde “vurulup tertemiz alnından” şeklinde geçer.[/note],
Bir hilal uğruna ya Rab! Ne güneşler batıyor!
Şiirin hemen önündeki beyitleri gördüğümüzde, Asım’ın nesli diye başlayan beyit, gözünüzde daha da büyümedi mi?
Asım: Sonuç
Akif, Asım’ın neslinin yaptıklarını bu şekilde anlatıyor. Kitabın girişindeki notu hatırlayalım: Konuşma, 1918 Fatih yangınından önce geçiyor. Ne kadar güvenilir olduğunu bilmediğim şu sitede bu yangının 10 Haziran’da gerçekleştiği yazılı. Her halükarda ise şundan eminiz: Mondros henüz imzalanmamış. Çanakkale’de düşenlerin boşa düştüğü, orada durdurulan donanma(lar)ın İstanbul’a demir attığı tarihten henüz uzağız. Bu kendini, hikayenin devamında gösteriyor:
Asım, İstanbul’a dönmüş. Delirmiş fakat bu delilik aklını yitirmesi anlamında değil. Deli cesareti deriz ya hani, o şekil bir delilik. Kendini tutmuyor, tutamıyor artık. Nitekim Köse, Asım’dan şu şekilde şikayet ediyor:
Âdetâ çılgına dönmüş… Bu cünûnun da başı:
Yanarak gömdüğü binlerce şehîd arkadaşı.
Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor…
Sonra, ahvâle tahammül mü dedin, gâyet zor.
…
İşte oğlum, çocuğun rûhunu sarsan esbâb;
Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkık, beyni harâb.
Hangi bîçârenin âlâmını etsin ta’dîl;
Kimin imdâdına koşsun? O kadar çok ki sefîl!..
Hangi mâtemli evin derdine çıksın ortak?
Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak!
Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın?
Hangi mel’un çetenin boynunu ilkin kırsın?
Köse için Asım, dedim ya, kavgacı. Orada kumarbazların masasını basar, burada alkol alanların. Hikayenin diğer tarafındaysa işler değişiktir: Millet açken perdeyi kaldırıp insanların önünde çeşit çeşit mezeyi yiyenlere kızar Asım. İnsanlar karanlıkta otururken gazyağını israf edenlere kızar. Bundandır, Köse Asım’a şu şekilde çıkışır:
Ne demir leblebi meslek bu, Ebû Zer-vâri?
Ömer’in zâbıta me’mûru geleydin bâri!
Manzume, Köse’nin Akif’e “bu çocuk bir senin, bir de kız kardeşinin sözünü dinliyor. Hele bir bununla konuş” demesiyle devam eder ve Akif’in, Asım’ın manevi yanını anlattığı önceki bölümleri tamamlamak üzere şu şekilde biter:
İnkılâb istiyorum, ben de, fakat, Abdu gibi…
Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,
Bâbıâli’leri basmak, adam asmakla değil.
Çek bu işten bütün ihvânını, kendin de çekil.
Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,
Varsa imkânı, yarın avdet edin Avrupa’ya.
…
Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,
Ma’rifet, bir de fazîlet… İki kudret lâzım.
Ma’rifet, ilkin, ahâlîye sa’âdet verecek
Bütün esbâbı taşır; sonra fazîlet gelerek,
O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-ı i’lâsına tahsîs ile sarf etmek için.
Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek fazîletle teâlî edemez, za’fa düşer.
…
İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,
“Nerdesin hey gidi Berlin!” diyerek yollanınız.
Marifet teknik (veya bilim diyeyim, sizi mi kırayım?), fazilet (hadi çok genişçe çevirelim) de insanlık. Akif’in sözü açık: Siz bilimde gelişmedikten sonra ne olursa olsun boş. Evvel marifet, sonra fazilet. Gidin, (müttefikimiz) Almanya’da teknik eğitiminizi alın. Buraya gelin, burada o öğrendiklerinizi uygulayın ve öğretin. Marifeti buraya taşıyın ki fazilete de tekrar sahip olalım.
Sonuç Yerine: Bugünden Düne Asım’ın Nesli
Akif’i bize İslamcı olarak anlatırlar. Bu, bir yere kadar, doğrudur. O’nun anladığı İslam’la, hiç garip değildir ki, İslam’ın alakası pek azdır. İslam’da örneğin, marifet faziletten önce gelmez. Her işin başı imandır, imansız fazilet olmaz, faziletsiz yapılacak her şey de boşadır. Akif ise buna dosdoğru karşı çıkar.
Şimdi soralım: Asım’ın nesli kimdi?
Sorunun cevabı oldukça ilginç gelebilir kimilerine: Atatürk’tü. O’nun önderliğinde cepheden cepheye arslan gibi koşanların işi nihayete erdi. O’nun döneminde marifete önem verilir oldu. O, yazık ki, marifetin yerleşip faziletin geleceği günleri görecek kadar yaşamadı ya, bunun tohumlarını attı. Kadınların oy hakkı mesela. 1934.
Türkiye, çok ilginç bir ülke. Akif, Asım’da dümdüz anlatıyor. “Asım’ın derdi içenler değildir” diyor mesela, “içerken israf edenlerdir, dışarıda aç olanlara nazire yapanlardır” diyor. “Asım’ın nesli” olduğunu iddia eden, tabirimi mazur görün, geri zekalı cahil sürüsü ise “oh içtirmedik, Asım’ın nesli olduk” diye geziyor.
Bu kadar beyinsizlik, soruyorum, maymunda dahi olmazken bunları nasıl insan olarak nitelendireyim?
Daha da şakası: Sefahat içinde yaşayanlar kendilerini ve şürekalarını Asım’ın nesli diye tanımlıyorlar. Hadi beni boş verin. Kitap orada. Allah aşkına açın okuyun. Soruyorum: Akif’in Asım’ı, kendini Asım nitelendirenlerle kavga etmez miydi? Yani dahasına da gerek yok: Asım, belli bir kişiliğe, karaktere ve yapıya sahip. Ne olduğu, ne düşüneceği aşağı yukarı belli. Akif bunu pek güzel anlatmış. Bir kişinin sözlerine göre yanar döner olan, bugün ak dediğine yarın kara diyen, kişiliksiz, sefil, aşağılık kimselerin kendilerine bu benim de zaman zaman referans verdiğim tanımı yakıştırmaları…
Aşağılıklar demiş miydim? Zavallı kişiliksizler.
Asım’ın nesli hayal değildir. “Gavur” yaratmıştır bu nesli bir ölçüde. Marifetleri vardır, bizden fazla faziletleri de vardır. Bizim Alamancılar devleti kazıkladıklarını anlatırken vergi kaçırmayan, bunu yapmayı aklından geçirmeyen bir Alman, faziletçe bizden üstün değil midir? Marifeti söylemeye gerek dahi yok.
Yapılacaklar bellidir. Yol, yöntem bellidir. Yapılacak olanı birbirini pek sevmeyen iki ismin ikisi birbirlerine hiç referans vermeden, bu konuda hiç karşılıklı konuşmadan ve belki durumun farkında dahi olmadan vermiştir: Atatürk “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demiş, Akif “marifet ilkin … sonra fazilet gelerek”.
Şimdi söyleyin: Ben “Asım’ın nesli”(nin örneği) Atatürk’tür derken yanlış mıyım?
Son olarak da sorayım: Çanakkale’deki yeşil sarıklıları bu manzumesine dahil etmeyip üstüne “bir hilal” diyerek Allah’ı ve hak dini İslam’ı aşağılayan Mehmet Akif ne yapmak, nereye varmak istemektedir?!