You are currently viewing Allahlı Güzel
  • Post category:Hikayeler
  • Reading time:11 mins read

Efendim bildiğiniz üzere ben Gürcistan merkezli yaşıyorum. Burası, rabbım ve milletim affetsin, dinin bayağı baskın olduğu bir yer. Bayrağında bile beş tane haç var, çok bir şey bekleyemiyorsunuz anlayacağınız.

Jehovah’s Witnesses (Yehova Şahitleri) burada kendi çaplarında etkin. Etkin dediğim, sağda solda stand açmalarına izin veriyorlar ve kapısı (en azından ben önünden geçtiğimde) her daim kilitli de olsa (en az) bir kiliseleri de var. Çok şey mi? Türkiye’de “dövmekle bırakılan” ibnelerin Gürcistan’da öldürülmeye çalışıldığını, hatta yakın zamanda bir gazeteciyi ibne sanarak öldürdüklerini, sonrasında hükumetin çıkıp “halkımız böyle istemiş böyle yapmış, elimizden bir şey gelmez” dediğini, kilisenin siyasetteki etkinliğini, hatta kilise ve oligarkların siyasetin neredeyse tamamı olduğunu, İngilizcesiyle invented tradition olarak bir zamandır (uzaktan bile olsa) kilise gördüklerinde, bu araç kullanmak bile olsa ellerindeki işi bırakıp haç çıkardıklarını, her köşeye bir kilise olmadan huzur bulamadıklarını ve bittabi kilise ve din dediğimizde sadece ve sadece Ortodoksluktan bahsettiğimizi düşününce, evet, bence çok bir şey.

Müslüman var, Katolik var, içine kapanık olsa da gayet etkin Yahudi var, iki üç tane numunelik Mecusi var… Yok yok. Böyle bir memlekette aklınıza kimi bulmak gelmez? Mormon bulacağım aklımın ucundan geçmezdi, buldum.

Anlatmadan önce kısa bir bilgi daha: İslam’da nasıl Ahmediler vardır, Hristiyanlığın Ahmediyesi de Mormonlar. Sordun mu Hristiyanlar ama kendi kitapları var ve onu okuyorlar, kendi Mormon öğretilerini takipteler, Yahudiler gibi bayağı kapalı bir gruplar, bizdeki tarikatler gibi kendilerinden başka herkesi yanlışta görüyorlar. Ve fakat misyonerlikten uzak da durmuyorlar. Doğru yol olmasa bile her gelen kişi yeni gelir kapısı demek, neden yapmasınlar?


Bir akşamdı. Hanım artık arkadaşıyla mı buluşmuş yoksa iş yemeği filan mı bilmiyorum, evde yalnız oturuyorum. Bizim komşularımız yok. Yani var, sağımızda solumuzda, üstümüzde altımızda oturanlar var ama selam verdiğimiz ettiğimiz kimse yok. Ölsek cesedimiz çürüyüp kokunca haberleri olur, böyle bir durum. Haliyle kapıyı çalanımız da yok. Bir tek gaz kontrolü için iki kere geldiler, o kadar.

Saat yedi filandı, kapı çaldı. Bu saatte gaz kontrolü olur mu? Tabi ki olmaz. Parmaklarımın ucunda sekerek kapıya gittim, delikten baktım. Dışarıda iki kişi var, iki kız. Gürcüce veya Rusça değil İngilizce konuşuyorlar. Lan bu memlekette İngilizce üçüncü dil? Ya siz ne ayak?

Açmadım kapıyı. İki üç dakika geçti, bir daha bastılar zile. Ben hala delikten bakıyorum bunlara, hiç başka kapıya filan da gitmiyorlar. “Herhalde hanımın arkadaşları filan” dedim ama kaç senedir eve gelmeyenler şimdi, hem de o evde yokken mi gelecekler?

Yine açmadım. Yine iki üç dakika geçti, bir daha bastılar zile. “Allah’ın hakkı üçtür, aç kapıyı da dertleri neymiş öğren” dedim, açtım. Soldaki abla tıraşistandan gelme. Üstünde pespaye bir elbise, surata baktın mı kafanı çeviriyorsun. Nereye? Sağdaki ablaya. Bak abartıyorsam ne olayım: Sağdaki abla taşistan düşesi. Benim çıplak gözle gördüğüm en güzel on kadının biri – ki buna (zevkler renkler kısmına girmeden) hanımı, uzaktan da olsa görünce oha çektiğim Natalia Portman’ı ve 20 yaş hormonlarının verdiği gözle Hande Ataizi’ni de dahil ediyorum. 40 yaşıma yaklaştım, bilmem kaç ülkeyi gördüm, yetmiş iki milletten insan tanıdım ama yok, bu hakikaten başka, bambaşka bir şeydi. Hani bazı kadınların bokuunun pembe olduğunu sanar ya genç erkekler, ben bununkinin pembe olduğuna eminim diyeyim, siz anlayın.

Nasıl bir ablaydı? Bakın ben alışkanlıkları üstüne yaşayan biriyim. Hanım yabancı olsa da İstiklal’de, Beyazıt’ta, Eminönü’nde… ağzımızı açıp konuşmadık mı “ne vereyim abla” diyorlar. Kara saçlı kara gözlü, direkt bizden biri gibi yani. Bu ablanınsa bizle alakası yok – haliyle benim zevklerimle. Saçlar sapsarı, güneş gibi parlıyor. Gözler masmavi, Atatürk’ünkiler gibi ve kadar olmasa da delip geçiyor. Ten desen çok sütlü latte gibi. Kaşını, gözünü, burnunu, dudağını öyle çizmiş ki Allah, bittiğinde bir keyif sigarası yaktığı muhakkak. Bak daha yüzünde bu kadar laf ebeliği yaptım, bir de aşağısını düşünün – sarışınların hitap etmediği bir kimsenin böyle laf ettiğini de hatırınızda tutun.

“Merhaba” dediler İngilizce. Ya ben daha ağzımı açmamışım, burada İngilizce bilen insan sayısı iki elin parmaklarından az fazla. Ya siz ne ayak? Nereden esti İngilizce?

“Merhaba, buyrun?”

“Beş dakikanız var mı?”

“Konu nedir?”

“Tanrıya inanır mısınız?”

Hadi soldaki neyse, Allah zaten tipten bir atomaltı parçacık kadar bile vermeyerek bu dünyada kişiye atabileceği en büyük kazıklardan birini atmış. Be melaike, Allah mallah senin neyine? Bırak ona biz çirkinler, fakirler, umutsuzlar… filan inanalım. Senin Allah’la uğraşmak için nasıl bir motivasyonun olabilir lan?

Allah affetsin ben bizim buraların, Mezopotamya ve çevresinin dinlerini ve tarihlerini iyi kötü bilirim. Sümer’den Ahmedilere, Mısır-Hint ve Kafkasya-Yemen arasını direkt bilmezsem en azından konuya yaklaşırım. Haliyle kapıma gelip bu “Allah çok güzel, gelsene” çekecekleri dinlerinden çıkarıp başka dine de sokabilirim, canım çekerse ateist de yapabilirim.

Peki istiyor muyum? Hayır. Oturmuşum efendi gibi maç bulmuşum onu izliyorum. Allah mallah konuşacak halim yok. Hanım da gelecek, yemek yapmam lazım zaten. Fakat arkadaş, karşımda cennetten düşmüş bir parça var. Şimdi ben bunları kovsam aklım ablada kalacak. “Lan ne kaybedersin, bak bakalım ne kadar şey biliyorlar? Hem ablayla belki bir elektriklenme filan olur” diye düşündüm, “herkesin tanrısına kimse karışamaz” çektim.

“Tabi, tabi ki. Siz inanıyor musunuz? Nasıl bir tanrıya mesela?”

Ya senin gözüne bakan bir daha başka göze bakamaz, “ben tanrıçanızım, secdeye varın köpekler” desen üç ayda üç milyon takipçin garanti. Ya bizi geç, tanrıya gidip “kölem ol lan” desen o bile kim olduğunu ne olduğunu unutur da “olayım bebeyim” der bir an. Senin neyine kapı kapı gezip milleti dine çekmek filan?

Bir yandan bu nar tanesi nur tanesini izliyorum, bir yandan bir gözüm koridoru tarıyor – ne zaman eli silahlı biri çıkıp “çekil lan kenara” diyecek diye bekliyorum, bir yandan “lan acep hanım aklı sıra beni test etmek için arkadaşlarını filan mı yolladı, hala mı tanımadı beni” diye düşünüyorum, bir yandan “bu abla insanı yoldan çıkarır, Allah’ım beni mi sınıyorsun” diye hayatı sorguluyorum…

“Benim tanrım pek sizinkine benzemez. Kendim şundan bundan parçaları alıp birleştirdim, belli bir adı filan yok.”

“Çekilin gidin kızım, ben size göre değilim” demeye çalıştım ama misyonerlere denk geldiyseniz bilirsiniz – ki Fethullahçılar da pek farklı değildi: Yabışdılar mı bırakmazlar. Onlar da bırakmadı.

“Nasıl bir şey olduğunu anlatmak ister misin? Hem içeride konuşsak daha rahat olur sanki? Geçebilir miyiz?”

Bir tivit görmüştüm. “Kızlar, erkek arkadaşınız Fenerbahçeliyse ona güvenebilirsiniz. 10 senedir şampiyon olamayan takımı bırakmayan adam sizi de bırakmaz” diyordu. Allah affetsin, Fenerliyim ve bu tiviti hanıma çevirip “yaa yaa, bak el alem kıymetimi biliyor” demiştim ama yok, yanlışmış. Bak abartıyorsam ne olayım, kız bana “içeri girelim mi” dediğinde aklıma gelen ve söylememek için dişlerimi sıktığım cümle şuydu:

“Evde kimse yok. Siz istediğinizde içeri girebilirsiniz fakat ancak ben istediğimde dışarı çıkabilirsiniz. Ve siz içeri girerseniz hanım beni kovar, ben bir daha içeri giremem.”

Ya hadi çirkin neyse de bu nadir element neye güvenip içeri girelim, oturalım konuşalım çekebilir ki? Ya seni Laetitia Casta’nın genç haliyle yan yana koysak onun yüzüne bakan çıkmaz. Peygamber bile olsa sabrı kalmaz. Sen ne diyorsun, ne anlatıyorsun ay abla?

“Bence burası daha iyi, içerisi dağınık da.”

“Olsun, bizce sorun yok. Değil mi?”

“Yok tabi. Otururuz, muhabbet olur?”

Otururuz, muhabbet olur. Oturmaya otururuz da toplam kaç dakika otururuz, sonra neler olur Allah bilir.

“Yok ya, böyle olsun.”

“Tamam, tabi. Mormonları duydun mu?”

“Duymam mı bebeyim? Ya sen cennetten ne zaman düştün, onu desene esas?”

Diyemedim tabi. Her an hanım tarafından basılma ihtimalim var. Yaşım neredeyse 40, kimseye dokunmuşluğum da yok. Durduk yere 40 yıllık işim bozulacak ama arkadaş, yok içeri girelim yok bilmem ne. Peygamber değilim ki ben?

Biraz konuştuk. Biraz dediğim, yarım saat filan herhalde. Arada iki üç kere daha “sanki tanrı bizi bu kapıya yönlendirdi, bak başkasına gitmiyoruz buradayız, sende güzel bir şey var, sen güzel bir adamsın, sen iyi bir adamsın” filan dediler. Ya Allah kahretmesin, bir kere de “sen yakışıklı bir adamsın” de, bir de böyle yalan söyle de çirkini kapıda bırakıp seni alayım, kapıyı kitleyeyim de ancak itfaiye girebilsin? Neden zulüm ediyorsun ey dilber?

Muhabbet bir ara o kadar ilerledi ki kız telefonumu istedi, “numaramı bilmiyorum” dediğimde “tamam, benimkini vereyim. Arada sohbet muhabbet de olur” dedi ve telefonumu, numaramı değil telefonumu istedi. “Ya olur mu olmaz mı” derken sonunda korktuğum oldu. Ben yukarıdan eli bıçaklı birini beklerken aşağıdan elinde poşetli biri belirdi. Hanım. Önce bana baktı “ne oluyor? Lan eve kız attın, bir yetmedi de iki mi attın piç?” der gibi, sonra kızlara baktı “ulan orospular siz ne ayaksınız” dercesine.

“Gel, hoş geldin. Bu arkadaşlar Mormonmuş, biraz Allah kitap konuştuk.”

Atayizleri bilirsiniz, Allah kitap konuşanları sevmezler. İki kızın arasından 1.50’lik boyunun da yardımıyla geçti, “ilgilenmiyoruz, iyi akşamlar” dedi, beni de kenara itip kapıyı çat diye suratlarına çarptı, arkalarından “skerim sizi de dininizi de” dedi. Ben yarım saattir kıvranıyorum, birden gözlerim parladı. “Sker miyiz kız hakket?” diye sordum, yüzüme öyle bir baktı ki sanırsın “gel seni imana getirelim” demişim.

Sonuç? Valla yalan yok, tam vaktinde geldi hanım. Artık “numaramı vereyim” dediğinde “yok” demeye halim kalmamıştı, tam vaktinde imdadıma yetişti. Allah muhafaza ben o numarayı alsam illa bir toplantıya filan gider, en kötü sokakta filan buluşur, o “Allah ne güzel dimi” derken “ya onu boş ver de senin memende nur mu kalmış” diye sorar sıkar ederdim, durduk yere başımız belaya girerdi. Allah hanımın da doğru vakitte gelenini versin.